31 Temmuz 2012 Salı

Şeyh Sadık Efendi Risalesi

Şeyh Sadık Efendi Risalesi

Resim yazısı ekle

Üsküdar da Alaca minare karşısında metfun kutbu’l ârifin ve ğavsul vasilin Şeyh Sadık Efendi (kuddise sirruhul-aziz)hazretlerinin kitab-ı mahbublarıdır: Allahü Zül-Celâl’e hamd ü sena, Resulüne salâvat ve selamdan sonra talibi didar ve salik-i rah-ı hakikat olan mü’min kardeşlerime dualar okuyup tarafımdan kendilerine işbu risale hediye olunmuştur. Zira manevi peder olan bir kimsenin manevi evlatlarına nasihat edip tavsiyelerde bulunmaktan daha büyük bir hediye olmaz.

Benim ruhum gönül gönülden, dil dili var dilden, dile dil dileğin dilden dile verilmez. Hane-i dile Zeyd u Amr ile bile herkes bulunduğu tarikin ilmini tahsil edip sonra ilmine başlamalı. İlk olarak herkese farz-ı ayn olan Şeriat ilmi ile başlanır. Sonra en lüzumlu olan Tarîkat ilmidir. Sonra Marifet ilmi lazımdır. Sonra Hakikat ilmi Hakk’ın nimetidir. Ama ilim bir okyanus olduğundan, bunun bir katresi beyan edilmiştir. Sebep de: ’’İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır.’’ sözünün şümulüne girmek ümididir. Hiç bir karşılık beklemeden kaleme aldığım bu Risale için tevhit ehlinin dualarını ümit ederim. “Rabbimiz kavmimiz ile aramızı hak ile aç, zira Sen (hayırlı bir kapı) açanların en hayırlısısın” (A’raf,7/89) “Allah’ım! Bize bu hazinenin kapılarını aç, bu rumuzlarının sırlarını açıkla’’

Ey kardeş Allah seni iki cihanda aziz kılsın. Yüce Allah’ın izni ile söylüyorum. Allah’ın yardımıyla beni dinle, bize yönel, çekinme. Zira sen emniyettesin. Rabbine dua edip de ki: ”İlahi! Muradım Sen’sin, rızana ermeyi niyaz ediyorum. Cemâlin hürmetine, Ya Rahim, lütfunla merhamet et ve duayı kabul buyur!”

Benim canım! Varlık ikliminde seyr ve sefer, fena sahrasında seyahat ettiğimiz esnada şâh-ı bekâdan dosdoğru bir yol ihsan olunduk ta, bu uyku ile uyanıklık arasına benzeyen bir hâl idi. Bu hâl içinde büyük ve muazzam bir fena şehrine vardım. Bunun enini ve boyunu gözle ihata etmek mümkün olamaz. Şehir halkı o kadar kalabalık idi ki, hiç bir çarşısına rahat girilmez. Ahalisi ise, dünyada ki çeşitli kavimlerden meydana geliyor. Kimi Arap, kimi Acem, kimi Türk, kimi Rum… Kâfirlerin her türlüsü burada mevcut olduğundan hayretler içinde kaldım. Acayip bir gezintiye çıktım. Şehrin ortasında muazzam bir kale inşa olunmuş, kalenin burçları göklere dayanmış. Surların dışında kalan bu şehre ezelden beri hakikat güneşinden bir ışık düşmemiş ve düşmemekte. Ahalisini görünce anladım ki, şehir halkının semaları bile, bir karanlık ülkedir. Zira meşrepleri köpekler gibi bir lokma için birbirleriyle hırlaşıp basit bahanelerle birbirlerini parçalarlar.

Şehvet ve gazapları galip olduğundan, ateş unsurundan olan tabiatları icabı mağlup ettiklerini katlederler. Zinaya istekli ve düşkün olduklarından bir fahişe avradın ardına düşerler. Üçü beşi onun ardına düşünce, bazen kıskançlıkla birbirini helak ederler. Livatadan fazla haz alırlar. Hırsızlık, çekiştirme, iftira, içki, yalan ve gıybet sürüp giden adetleri olup zerre kadar Allah’tan korkmazlar. Bu büyük günahları işleyenlerin çoğu Müslüman hatta bazıları da âlimler olup iyiyi emir, kötüyü men (Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker) eden âlimler, vaizler ve iyi insanlar dahi bu şehirde zuhur etmiş olup, amma bu (Nefs-i) EMMARE ŞEHRİ ahalisiyle hiçbir şekilde uyuşamayıp, bahis konusu şehrin ortasında ki kaleye hicret ederlermiş.

Bu fakir dahi bu şehirde ikamet istemedim. Ulu şehrin sözden anlayan âlimlerini bulup, şehrin ismini, sultanını, valisini ve halini sorayım diye ulemadan birini bulup durumu sordum. Dedim ki: “Şehrinizin ismi nedir?” Dedi ki: “Bu şehrin ismi (Nefs-i ) EMMÂRE’dir. Burası gaflet ve karanlıklar ülkesidir. Sultanımıza AKL-I MEÂŞ (dünya refahı için düşünen akıl) derler. Âlimdir, idareciliğinde mahir bir müneccim ve mühendistir, akıllı bir tabiptir. Her şeyden haberi var. Yeryüzünde onun gibi yoktur.” Sonra padişahın veziri kimdir, diye sorduğum da dedi ki: Veziri idrak kuvvetidir. Kethüdası müşterek histir. Harç vekili vehim ve vesvese kuvvetidir. Tebaasını sordum. Onun bana haber verdiğine göre anladım ki; tüm kötü huylar ve kötü huylular, Akl-ı Meaş denilen padişahın hizmetçileri ve sırdaşları olmuşlar. Bu fakir dahi Akl-ı Meâş’ın her alanda mahir bir üstat olduğunu bildiği için maişetini temin etmek maksadı ile onunla alakalı her sahada bilgi tahsil etmek arzusuyla bir zaman ona hizmet ettim. Kabiliyetimi beğendiğinden büyük bir hevesle nice ilimler tahsil etmemi temin etti, beni kendisine sırdaş kıldı. Böylece ilmin her sahasında mahir, halk arasında meşhur oldum, hezarfen (bin fenne vakıf) diye tanındım.

Fakat Akl-ı Meâş’ın hâkimiyeti altında bulunan bütün ahalinin, günahın her çeşidini işlemekte olduğunu, bu iklimin padişahı olan Akl-ı Meâş’ın, onları işlemekte oldukları günahları gördüğü halde engellemeye gücü yetmediğini görünce, ruhuma büyük bir sıkıntı geldi. Bir gün Akl-ı Meâş’ı arifane ağırlayıp kendisine dedim ki: “Padişahım! Senin bu şehrin bilginleri ilimleriyle amel etmiyorlar, Allah’tan korkmuyorlar. Cahilleri de tövbe ve istiğfar etmiyor, gönüllerini iman nuru ile ışıklandırmıyorlar. Mutlak olarak şekil yönünden insan, ama hâl ve hareket tarzı bakımından hayvandırlar, hatta onlardan daha da aşağıdadırlar. Bu ne hikmettir, açıklar mısınız?” Dedi ki: “Bunlar benim tebaamdan değillerdir. Eskiden şeytan bu şehir halkını baştan çıkarmış, vesvese ve desise ve bütün avenesi ile bu Emmare Şehri halkıyla ülfet etmiş, halk onların fesadına maruz kalmış, fesatlarını ortadan kaldırmak için bir çare bulamadım.”

Padişah, bu sözleri söyleyince, Emmare Şehri’nden göç etmeye niyet ettim ve dedim ki: “Padişah’ım! Bu aciz kuluna ihsanda bulunduğun gibi, kimseye ihsanda bulunmadın. Devletinizin sayesinde nice safalar ettim. Samur kürklerle, onlarla arkadaşlarla, ahbaplar la, saz, söz, oyun ve eğlence ile birlikte oldum. Bunlardan hiçbirini bana yasaklamadın, bunları yapmama müsaade ettin. Ama zevk ve safamız, bu noktada son buldu. Yüksek müsaadeniz olursa bir seyyah olan bu fakir, şehrin ortasında ki kaleye varmak ister. Padişah dedi ki: O kaleye (Nefs-i) LEVVAME SAHASI adı verilmektedir. O kale dahi benim hâkimiyetimin altındadır. Fakat Levvame ahalisi, bu Emmare Şehri ahalisine kıyas edilemez. Bu Emmare Şehri’nde çok eskiden beri, İblis ikamet etmekte olduğundan, ahalisine tövbe nasip olmaz. Lâkin LEVVAME ŞEHRİ’ne şeytanın vesvesesi tam olarak hâkimiyet kuramaz. Bu şehirde oturanlar da büyük günah işler, zina, livata, içki, gıybet ve hırsızlık gibi kötü şeyler yaparlar, ama derhal pişman olup tövbe ve istiğfar ederler.

Sonra Akl-ı Meâş susunca, hemen Levvame adı verilen kale tarafına can atıp kapısına vardım. Kapısı üzerine “et-tâibü mine’z-zenbi ke-men lâ- zenbe leh- hemen o anda günahından tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir” yazılı idi. Ben de kalesine girdim ve gördüm ki; şehrin ahalisi Emmare Şehri ahalisi kadar değil, ancak onun yarısı kadardır. Burada bir süre misafir oldum. Ahalisi içindeki âlimlerden birine şehrin durumunu sordum. Burada var olduğunu öğrendiğim müftülerin ziyaretine gittim. Selamı saygıyla aldılar. Bunlara bir müddet hizmet ettim. Yanlarında okudum, yazdım, mümkün olduğu kadar ilim tahsil edip şehrin ahalisiyle kaynaştım, ahbaplık ettim, hepsinin meşreplerini öğrendim. Levvame Şehri’nde ikamet edenlerden, şehrin padişahının ismini sordum. Dediler ki Akl-ı Meâş’tır, şu şehir onun hükmü altındadır. Tebaası ise kibir, riya, taassup, zühd-i ham vekilleri vardır. Nice âlim, fazıl, salih ve abid insanlar bu Levvame Şehri’nde mevcuttur.

Onlar bu cevabı verince hatırıma şu geldi: Bu Levvâme Şehri ahalisinin âlimlerinin ve sâlihlerinin meslekleri, mezhepleri ve meşrepleri nedir, anlaşıldı ama acaba umumi olarak ahalisi ne meşrep üzeredir? Bunu anlamak için binlerce kişiyle tanıştım. Gördüm ki bu şehirdeki âlimler, abid ve zahit ama meşrepleri Cimrilik, haset, kibir, taassup, nefsaniyet, gıybet, tamah, aşağılık ve münafıklık. Son derece faziletli olan salih kişilerle de ülfet ettim. Fazilet ehlini gördüm ki, cehennem korkusundan afv ve mağfiret ümidiyle ibadet ve taat ederler. Cennet arzusuyla nefslerin safâsı için gece gündüz istirahat edip cennet safâlarını, huri kızları, gılmânı birbirlerine tasvir ederler. Böylece halkı cennete giden yolu tutmaya teşvik ederler.

Abidlerden bir şahsa Emmare Şehri ahalisinden şikâyet ettim. Dedi ki sözünü ettiğin şehir halkı bir alay kâfir, müfsit, katil, beynamaz, zinacı, lûti ve ayyaşlardan ibaret olup hepsi de sapık mezheplerdendir. Onlardan bizim Levvame Şehri’nde yoktur, buraya gelemezler. Ancak içlerinden bazılarına hidayet nasip olunca oradan göç edip bizim Levvame Şehrine gelirler, önceden yaptıklarına pişman olur, tövbe ve istiğfar ederler. Çünkü Emmare ahalisi, orada bulundukları sürece kendilerine tövbe nasip olmaz, şefaati da hak edemezler. Sonra o zata kendi şehirlerindeki iç kaleyi sordum. Dedi ki: O kalenin ismi (nef-i) MÜLHİME’dir. Padişahlarının ismi de AKL-I MEAD derler. Vezirleri de Aşk Sultanı adı verilmektedir. Bu Mülhime Şehrine bizden hiç kimse gitmemiştir. Bazıları göç edip oraya gidecek olsa, bir daha onu Levvame Şehri ne koymayız. Çünkü onlar o mülhime Şehri’nin veziri olan Aşk’a gayet sıkı bir şekilde bağlı kalır, onu son derece sever, onun uğrunda canlarını, başlarını, mallarını, evlatlarını ve ailelerini bile hiç çekinmeden feda ederler.

Bizim padişahımız olan Akl-ı Meaş’ın aldığı tedbirlere ve gösterdiği faaliyetlere itibar etmez, ona teslim olmaz, ırzı, namusu, vakar ve zühdü terk edip tasavvuf hakkındaki eserleri okur, bazı kitapları da yazarlarmış ki –Allah korusun– bir harfi bile şer-i şerfe uygun değildir. Onların içlerinde mürşit, delil ve rehber sayılan bazı kişiler vardır ki hırka, taç ve aba giyer, şekil yönünden ehlullah kisvesi içinde bulunur, söz ve davranışları şeriata aykırı olduğu halde yine de kendilerine tabi olurlar imiş. -Allah korusun- bunların hepsi sapık fırkalardan tarikat ehli olarak bulunmuşlardır. Sakın bu Mülhime Kalesi’ne uğrama! Çünkü onlar saz, söz, nağme, tambur, ut, ney, kudüm ile zikreder ve “Allah” derler. Onlar bizim şu Levvame Şehri’mize gelip meşreplerinin icabını icra edemezler. Bizim âlimlerimizde dini gayret galiptir. Onun için ittifak ettiler ki, Allah’ın şeriatının hükümlerini ihtiva eden kitaplarımız ellerimizde toplanmış olup (buna aykırı düşen hususları) reddederiz. Nice kişilerin zikrettiklerini haber alıp (kitaplara uygun olmadığı için onları) katlederiz. Bizde ki alim, salih, abid ve zahitlerin Mülhime Şehrinde bulunması, hiçbir şekilde mümkün değildir.

O, bunu söyleyince Levvame Şehri’nde dahi nefret edip Levvamenin içinde bulunan mübarek MÜLHİME ŞEHRİ’ne yöneldim. Mülhime kapısına vardık ta, kapı üzerinde “Lâ ilâhe illâllah” ibaresinin olduğunu gördüm. Bu güzel kelimeyi okuyunca şükür secdesi için orada derhal yere kapandım. Sonra Mülhime Şehri’ne dâhil oldum. Başlangıçta, bir Nakşbendiye tekkesinde ikamet ettim. Zevk, şevk, saz, söz, nağme ve ağaze ile ahalisi her dem safada olup aralarında hiç anlaşmazlık, fesat, haset, nefret, düşmanlık yok. İleri gelenleri ile aşağı tabakadakiler birbirine hürmet, ikram i’zâzda bulunur, yekdiğerine, değer ve kıymet verirler. Meclislerinde sohbetleri, dilber, didar, zikrullah üzere olup daima ruhani safâ ile ahalisi cefadan uzak kalır, cennet safâsından haz alır, bu yüzden burada ikamet ederler. Mülhime Şehri’nin bütün ahvalini sorup soruşturdum. Meclis-i şeriflerine katıldım, sohbetleriyle müşerref oldum.

Gerek cismani, gerek ruhani her çeşit safâ burada hazır bir vaziyette olduğundan, ben fakir dahi mest u hayran oldum. İyi hâl sahibi olduğuna itikat edilen oradaki yaşlı, arif ve esrara vakıf bir cân’dan sual edip, dedim ki: “Azizim! Ben bir fakir seyyahım. Gönül hastalıklarından gaflet ve zulmet denilen hastalıklara yakalandım. Şu Mülhime Şehrinde gönül hastalıklarını tedavi eden ehliyetli bir tabip bulunur mu? Lütfen bana bunu haber verir misiniz? Senin ismin nedir? O şahıs dedi ki Benim adım Hidayet’tir. Ta ezelden bu ana gelinceye kadar, benim yalan söylediğim hiç duyulmamıştır. Benim görevim, samimi bir şekilde vuslat şehrinin yolunu soran didar taliplerine doğru haber vermektir. Sen de samimi bir âşık ve fakirsin. Can kulağını aç ve dediklerimi dikkatle dinle. İçinde oturduğun şu Mülhime Şehri dört mahalledir. Dördü de birbirini kuşatır.

Birinci mahallenin ismine MUKALLİDLER MAHALLESİ derler. Senin aradığın ehliyetli tabip, Mukallitler Mahallesi’nde oturmaz ki, sendeki gafleti, gönül zulmetini ve gizli şirki tedavi ede. Şu sıralarda kalp tabibi suretinden görünüp taç ve hırka ile şeyh şekline giren irfansızlar, mukallitler, müfsitler, iddiacılar ve davalarını ispata kâdir olamayan müddeiler, kötü huylarda, gizli şirkte, şöhret kentinde, şehvet hastalığında; yeme, içme, cinsi münasebet, oynama, eğlenme ve unutma hâlindedir. Mukallit arifler, gayet gizli bozgunculuk yaparlar, müdrik, rind ve zeki olurlar. Anlayışları ve sezgileri kuvvetli olur. Dilleri daima zikirdedir ama ilahi isimlerin tesirini müşahede eyleyemediklerin bu mahalde senin kalp hastalığına, şifa olacak bir merhem verecek ehil bir tabip bulamazsın. Bu Mukallitler Mahallesi’nden de hicret edilip (Nefs-i) MUTMAİNNE KALESİ tarafında olan MÜCAHİDLER MAHALLESİ’ne varılıp orada derde derman olacak bir tabip bulunur. Derhal, hay huydan uzaklaş ki, âlemde sultanlık budur.

Bunun üzerine hemen Mücahidler Mahallesi’ne varıp misafir oldum. Gördüm ki ahalisi zayıf, edepli, zikir halinde şükrediyor, mücâhedede bulunuyor, oruç tutuyor Namaz kılıyor, ibadet, tâat ve riyazet üzereler ve sükût ediyorlar. Burada âlim, ilmi ile amel eden faziletli canlarla görüştüm. Anladım ki bunların bu türlü hareketleri, kötü huylardan, gizli şirkten ve gaflet karanlığından kurtulmak, böylece Mutmainne Kalesine girmek için kabiliyet kazanmak, “Ey Mutmain nefs, Dön Rabbine” hitabına müstahak olmak ve rıza kapısında durup beklemek için imiş. Bu fakir dahi nice seneler onlar gibi hareket edip bir an bile zikri ve fikri terk etmeyip sabır, gayret, tahammül ve kanaat ettim. Hep mücâhedeye devam ettim. Lâkin gizli şirkten ve gaflet karanlığından kurtulmak için çare bulamadım. İkamet ettiğim MÜCÂHEDE MAHALLESİtabiplerine rica edip: benim hastalığım, gizli şirk ve gaflet karanlığıdır. Lütfen şifalı bir merhem verin, dedim.

Dediler ki: Burası Mücahede Mahallesi’dir senin derdinin devası burada yoktur. Fakat Mutmainne Kalesi’ne yakın bir yerde MURÂKABE MAHALLESİ ve MÜNÂCAAT MAHALLESİ denilen bir semt vardır. Senin derdinin devasını bilen tabip orada bulunur. Bunun üzerine murakabeye vardım. Gördüm ki ahalisi kalp zikrinde ve veled-i kalp sahipleri olup başlar yerde, huzû, huşu ve huzur halindeler, kaygılı ve üzüntülü bir vaziyetteler. Konuşmuyorlar, suskun duruyorlar. Zahirleri harap olmuş ama bâtınları mamur, meşrepleri hâlim selim olmak, teslimiyet göstermek ve Allah’tan korkmaktır. Birbirleriyle ülfet ve sohbet etmezler. İlim ve hikmetle asla yekdiğerini murakabeden menetmezler. Birbirlerinin huzuruna mani olmazlar. Zerre kadar, birbirine yük olmazlar.

Bu fakir, adı geçen MURÂKABE MAHALLESİ’nde nice seneler ikamet ettim. Onlar ne yaptılarsa, ben de onu yaptım ve gafletten kurtuldum ama gizli şirkten ve gönlümdeki karanlıktan kurtulamadım. Gözyaşı akıtıp ağlayan ve sızlanan bir garip yolcuya rastladım. Gam denizine batmış, her an ölmeyi arzu eder bir hâlde idim. Ölmekten başka çare de bulamıyordum. Fakat ölmek de elimde olmadığından kaygılı ve hüzünlü olarak murakabe hâlinde bulunurken yine evvelce bana öğüt veren Hak Rehberi isimli kâmil (Hidâyet) ortaya çıkıp, perişan hâlime acıdı ve dedi ki: “Ey gurbette ağlayan ve sızlayan esir! Bu hâl ile derdine derman bulamazsın. Bu MURÂKABE MAHALLESİ’nden geç, git. MUTMAİNNE KAPISI önünde bir mahalle var. FEN denilen o mahalleye göç. Fâni oldular, sonra yine fâni oldular, sonra yine fâni oldular da bâki oldular, sonra yine bâki oldular, sonra yine fâni oldular. Sırrı, orada sana açık bir şekilde malum olur. Gizli şirk, gaflet ve gönül karanlığı gibi hastalıkları orada tedavi ederler. Mahv, fâni ve vücutsuz olan ehil tabipler, bunu tedavi ederler, sende kurtulursun.”

Bunun üzerine FENÂ MAHALLESİ’ne varıp misafir oldum. Gördüm ki Fenâ Mahallesi’nin halkı sanki dilsizmiş gibi suskun, ölü gibi, konuşmaya tâkatları yok, sıhhatlerinden de ümit kesmişler. Oturmuş, ölüm meleğini bekliyorlar. Mahallelerine gelip gidenlerden haberleri yok. Fenâ Mahallesi halkı beş vakit namazlarını ifadan başka iş yapmağa kâdir değiller. Ne dünyayı ve ahireti, ne de Zeyd’i va Amr’ı biliyorlar. Havf ve recâ hâlini geride bırakmışlar. Dua, sena, recâ, niyaz, zikir, fikir, safâ, cefa, maddi lezzet, manevi haz gibi hususlarla ilgilenmeyip bu tür şeylerden zevk almaz olmuşlar.

Fâkir dahi, onların hallerine bakıp nice yıllar onlar ne yaptılarsa, ben de onu yaptım. Dış yüzümü onlara benzetmeye ve uygun hale getirmeye çalıştım. Ama bâtın halleri bir türlü malumum olmadı. Bu yüzden ne fenâyı, ne de fenâ halini tarif etmek mümkün olmadığından bu vaziyette bu fenâ Mahallesi’nde dahi öyle bir gam ve eleme uğramadım ki, hâlimi tabibe arz etmeye benim olarak, bende mülküm olmak üzere bir varlık bulamadım ki “bu benimdir”, “Ben benim” diyebileyim. İşte o vakit anladım ki orada varlığın ve mülkün sahibi hazır ve nâzırdır. "Vü Cudumdur" demek, düpedüz yalan, yalan ise bütün dinlerde haram. Talep dahi, gizli şirkte söz konusu olup, ben ise gizli şirkten kurtulmak için sefere çıkmıştım. Bu halde dahi hayretim ve aczim arttı. Tüm isteklerimden vazgeçtim. Gözümden akan yaşlar, elimde olmayarak her gün daha fazla akmaya başladı. ’’Aman yâ Rabbi!’’ desem, yine ikilik ve gizli şirk ortaya çıkıyor. Çünkü bu durumda, bir ben varım, bir de emânım var. Talibim, Matlubum dahi var. Hesap edin, kaç sayı ortaya çıkar. Bilmem ki ne çare kılayım gönlümdeki derdime? Saklı ve gizli olan her şeyi bilen Allah, hâlime merhamet edip didara talip olanların gönlünü terbiye etmeye me’mur olan ilham meleğini gönderdi. Melek, kimsesiz ve varlıksız olan bu garibe acıyıp Hakk’ın izniyle Rabbâni ilham kitabından okuyup önce ‘’fiillerin fenâsı lâzımdır’’ deyince derhal elimi uzatmaya teşebbüs ettim. Ama gördüm ki bu elim cansız bir madde gibi dört unsurdan meydana gelen bir şeydir. Yani elim benim değil ”Fa’âlün limâ yürid - O, dilediğini yapan ‘Bir’dir” ve bende hiçbir fiil için kuvvet yoktur. Kâdir birdir, benim kudretim yok. Kısaca herhangi bir fiil benden sadır olacak olsa, o fiil Fa’âl (Allah’a)’e ve O’nun kuvvet ve kudretine havale edip, insan suretinde bir kimse olarak benden meydana gelen fiillerden uzaklaşıp, tam olarak fiillerin fenâsı ne demektir, meleğin ilhamı vâsıtasıyla sırrımdan (bunun) sırrına vâkıf oldum. Bu yüzden hamd ü senâ eyledim.

Eğer tasavvufa aşina olan ulemadan bazıları, bu sözü edilen fiillerin fenâsına Kur’an-ı Azimüşşân’dan delil var mıdır, derlerse ”kul küllün min ındıllah - De ki, her şey Allah’tandır” ayet-i kerimesi, bu hususta açıkça ifade edilmiştir. Fakir, okuduğum yoktur ama okumaya, Hak Teâlâ kuvvet ve kudret ihsan etmiştir. Bu bahsimiz hâle bağlı olduğundan kâl (söz) ile hâl edilemez ve anlatılamaz. Zira ”el-hâlü lâ yu’refü bi’l-kâl - hâl, kâl ile anlatılamaz” olup, ehline malumdur.

Bundan sonra ilham meleği vasıtasıyla Hakk’ın yardımı ile sıfatları fâni kılma cihetine yöneldim. Baktım ama bakış benim değil, söylediğim sözde alakam yok. Dil benim değil. Nefs-i Nâtıka’yı bilmem naçar zahir ve bâtında olan sıfatlarımdan alâkayı kesip bütün ruhumla, bedenimle, his ve kuvvetimle ben beni bir zât farz ettim. Ama gördüm ki, farz ettiğim dahi yine bir ikiliğe işaret ediyor, yine gizli şirk ortaya çıkıyor. “Başkasının mülküyle ne alâkam var?” diyerek çaresiz kaldım. Bütün zatımı mahv ve fâni kıldım. Ama yine de talepten vazgeçmedim. Düşündüm ki: ’’Talep, kulun aynıdır’’ Böyle demişler. Ben bu benliğimle ne belâya uğradığımı bilmedim. ”Vallahü bi-külli şey’in muhit. Hüve’l-Evveluve’l Âhiru ve’z-Zahiru ve’l-Bâtın ve hüve bi-külli şey’in Kadir - Allah her şeyi kuşatır. Evvel de, Âhir de, Zahir de, Bâtın da O’dur. O her şeyi bilir” mealindeki ayetler, sırrımda zahir oldu. Bundan dolayı ”Mûtû kable en-te mûtû - ölmeden evvel ölünüz” sırrına mazhar olmaya yöneldim. Yine gizli şirk karşıma çıktı. Zira bir ben varım, bir de benim teveccühüm (yönelişim) varmış.

Sanki bu da yalan bir şey. Ne derde düştüm ki, münacaat etmek yok, hareket etmek yok, teveccüh etmek yok, talep etmek yok. Öyle garip bir mana ki, halli müşkil. Çaresiz hepsini de esas sahibine teslim edip Rızâ Kapısı’nda beklemeye, can çekişme zamanı yatağa düşen hasta gibi tarifi mümkün olmayan bir halde sürekli olarak ölümü bekleyip, tam bir ölü gibi akılsız hâlde ve şuursuz bir zaman bu halde kaldım. ”fetvayı kalbinden iste” esasına uyarak gönül fetvasına müracaat ettim. Şöyle bir cevap aldım: “Senin sende zuhur eden nefsinden, senin haberin vardır ve sen ‘Rabbine dön’ hitabını bu yüzden istemezdin. Zira malumdur ki, bir tuzlaya bir bir kedi düşse ve zamanla onun bir kılı hariç bütün vücudu tuza dönüşse, onun bâki kalan bir kılının hükmünü tespit konusunda zahir uleması tartışmaya girmiş ve çeşitli görüşler ileri sürmüştür. Bazılarına göre kedinin bütün vücudu tuz hükmündedir, bir tek kılın tuza dönüşmemiş olması zarar vermez. Diğer bazılarına göre, tuza dönüşen kedinin vücudu, tuza dönüşmeyen o bir tek kılın hükmüne tâbidir ve yenmesi helâl olmaz.

İşte bu huşusu tekrar anlamaya ve kavramaya gayret edip, yeniden iradi ölümle, yeniden ölmeye teşebbüs ettim. Bundan sonra istiğrak denilen bir hal daha zuhur etti. Benim bana, benden bir keyfiyet arız olup, sırrımda sessiz ve harfsiz “Rabbine dön” hitabı gibi bir hâl zuhur edince, o anda tarifi imkânsız manevi bir lezzet hâsıl oldu. Mest oldum, dehşete düştüm. Bu halde iken uyandım. Bu ne hâldir, diye Akl-ı Meâş ile fikrettim. Meğer Akl-ı Meâş, bu esrara vâkıf değilmiş. Bundan habersiz olduğundan fikirle ilahi sırlara vâkıf olunmayacağı malumum oldu ve iddiadan vazgeçtim.

Buraya kadar yazılan sırlardan maksat, bu fenâ hakkındaki bilgileri açıklama olmayıp ancak vefatımızdan sonra bu Risale’nin ahbaplarımıza yadigâr olmasıdır. Nice hakikat yolunun yolcuları ve didar talipleri, bunu okurken bu fakiri hayır ve dua ile yâd edeler. Bu Risale’ye nazar eden canlar, kendilerini bilirler. Elbette dikkatli okuyan sükûn halindeki sâlik, kendisi kendi halini düşündükçe, kendi yönünden hangi şehir sakinlerindendir, hangi mahallede ülfet etmektedir, bu hususu insafla değerlendirip ona göre hareket eder, Rızâ Kapısı’nı bulur, öğrenir Ve hamdeder. 

Bu Risâlem nâmı mahbûb olduğu için ey puser!
Def-i gamdır ana tarih, ânı eyle tâc-ı ser.


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bu Risâle’nin günümüze kadar gelmesinde Hazreti Şeyh İbrahim Fahreddin Şevkiyyül Cerrahi’nin çok büyük hizmeti vardır. Kendileri 14 yaşlarında iken Şeyh Sadık Efendi’nin de postnişîn oldukları Alaca Minare ismiyle bilinen Tekke’de vekaleten şeyhlik yapmışlardır. Bu Risâle’nin asıl nüshalarından birini bakkal dükkânında bulmaları ayrıca dikkate şayandır. Bakkaldan alışveriş yaparlarken orada öylece üstüste durmuş kâğıtlar dikkatlerini çekmiş. “Yahu bu kâğıtlarda el yazması şeyler var, n’apacaksın bunları?” diye dükkân sahibine sorduğunda o da “Hacı Baba, paketlemeye lâzım oluyor bu nev’î kâğıtlar, ona kullanacağım.” diye cevap vermiş. “Hele sen şunları bir ver bakayım?” demiş dükkân sahibine.
Şunu da hatırlatmak icab eder, seyr u sülûk anlatılmakla anlaşılmaz. Her anlatılan da herkese uygun değildir. Burada verilen genel malumat tıp kitaplarında verilen bilgiler gibidir. Her ne kadar açıkça beyan edilmişse de erbabı veyahut bu hususta biraz daha ihtisas sahibi olanlarla da istişare etmek öylece kanaat sahibi olmak uygundur. En azından burada ifade edilenleri başkasına tatbik etmek için değil kendi nefsinde muhasebe etmek için değerlendirenler herhâlde zarardan emin olacaklardır.

0 yorum: