30 Temmuz 2009 Perşembe

Arzûlar ve Hû'lar

Lale Devri'nin sonunda, Patrona Halil isyanı sırasında ölen bir şairimiz vardır; Nedim. Türk edebiyatının en şuh şairi olan Nedim, beşerî duygularını bir fevvare gibi dışa vurmayı sever ve çağına kadar birikip gelen bütün kültür malzemesinin üstünde bir söz mimarisi örer ki hayran olmamak elde değildir. İşte bir beyit: Sînede evvel ne muhrik ârzûlar var idi Lebde serkeş âhlar, âheste hûlar var idi Şöyle demektir: "(Ey sevgili!) Önceleri sinemde ne kadar da yakıcı aşk arzuları var idi. (Öyle ki bu arzulardan dolayı) dudağımda baş çekmiş 'âh'lar, âheste 'hu'lar var idi." Anlattığı manzara aşağı yukarı şudur: Sevgilinin özlemiyle kendini kaybederek bir köşede yığılıp kalmış bir âşık düşününüz. Bir yandan yana yakıla "ah" ediyor; öte yandan pes perdede sevgilinin adını tekrarlayarak "Ah o!.. Ah o!.." diye özlemini dile getirip kıvranıyor. Ahları, ağzından duman olup göklere doğru çıktığı için baş çekiyor; "hû (= o, mecazen sevgili) deyip sevgiliyi andığı için de acziyet içinde baş indiriyor. Yani iki hâl birbirine tam tezat... Birisi büyüklenme, diğeri tevazu... Sevgili uğruna çekilen acılarda büyüklenme; sevgili adını anarken (onun karşısında) kendini hiçe sayma, tevazu... Şair beytinde vuslat özleminin iki belirgin tavrını dile getirmiş. 1. Ah-vah etmek ve 2. Hû (o) diye sayıklamak. Gerçekte bakıldığında bu iki tavrın ikisi de bir âşıkı kadar belki bir dervişin de tavrıdır. Çünkü özellikle Melami dervişleri, Kalenderîler ve batınî düşünce salikleri ah-vah içinde bir lezzet bulurlar. Günahları için dövünen ve çırpınan bir Hak âşıkı ve seher vakitlerinde Sevgili'yi zikrederek "Hu" çeken bir derviş, nihayetinde aynı kimliğin içinde tanımlanabilir. Üstelik şairin andığı ah kelimesi "Allah" anlamına geldiği gibi (Emr-ullah > Emr-ah); Hû dahi "O, yani Allah" demektir. Bütün bunlara bakınca gözümüzün önünde sevgilisi için kıvranan Nedîm'in arzularla dolu âşık portresi, yerini, seherlerde Allah'ı zikir ve tesbih eden dervişe bırakmaktadır. İyi de, Nedim hiçbir zaman tasavvuf öğretilerini hedef alan şiirler yazmamış profane bir şairdir. O halde biz bunu bile bile, neden Nedim gibi şuh bir şairden mistik ilhamlar devşirme yoluna gidiyoruz?!.. Doğrusu biz kendi keyfimize göre böyle bir eğilimde değiliz; şair kendisi bizim böyle anlamamızı ve nasıl bir söz ustası olduğunu keşfetmemizi istiyor. Belki de demek istiyor ki "Ey okuyucu! Benim şiirim öyle sağlamdır ki isteyen ondan başka bir anlam da çıkarabilir!" Elhak, durum da böyledir. Çünkü Divan şairleri, içinde yaşadıkları kültür zemininde hareket ederler ve söyledikleri şiirlerde toplumun değişik katmanlarına ait anlayışlara kapı aralayacak ipuçları bulundururlardı. Bazan bunu, "minareyi çalanın kılıfı hazırlaması" olarak da görürüz. Bu şiirin dili öylesine işlenmiştir ki XVI. yüzyıldan sonra şairlerin seçtiği kelimeler kendiliğinden birkaç anlama gönderme yapabilecek derecede süzülmüş, damıtılmış ve bir düşünce veya hayali, farklı biçimde yorumlanabilecek şekilde söyleme imkanı sağlamıştır. O toplum ki tasavvuf ile içli dışlıdır ve herkesin sosyal kimliği gibi bir de tarikat kimliği vardır; o halde Nedim'in şiirlerinde bile tasavvuf altyapısının kullanılması bizi şaşırtmamalıdır. Şair elbette içinde yaşadığı toplumun anlayış ve inanışından ilham alacak, belki çok aykırı söylediği konularda bile okuyucunun bakış açısına göndermelerde bulunacaktır. Bütün bunlardan sonra daha da ileri gidebiliriz: Nedim'in yukarıda sözünü ettiği serkeş âhlar ile âheste hûlar arasında bir servi mazmunu vardır ki atalarımızın servi ile alakalı folklor malzemelerinden birini ortaya çıkarır. Servi (selvi), yılın her mevsiminde yeşil (dumanî, koyu yeşil) kalabilen, meyvesiz bir süs ağacıdır. Rüzgar engeli ve bahçe çiti olarak kullanılır ve odunu ile mobilyalık kerestesinden yararlanılır. Ama bütün bunlardan öte, serviler dünyanın her yerinde mabet bahçeleri ile mezarlıklara dikilir. Hemen her kültürde servinin daima yeşil kalması ve düzgün (dosdoğru, elif gibi) oluşu, ona teolojik bir misyon yüklemiş ve vahdet fikri ile örtüşmesini sağlamıştır. Doğu kültüründe servi, iğne yaprakları ile kesreti (çokluğu), topyekun hey'eti ile de vahdeti (Bir'liği) temsil eder. Meyvesi olmadığı için ona serv-i âzâd denir. Şöyle düpdüzgün endamı, uzun boyu ve iki yana salınışı ile sevgilinin yürüyüşünü hatırlattığı için serv-i reftâr, serv-i hırmâmân; fidan iken piramidal görüntüsü ile serv-i nâz ve bir sütun gibi yetişip olgunlaştığı zaman da serv-i sehî adlarını alır. Bir servi rüzgarda iki yana salınırken asla eğilip bükülmez, dalları sallanmaz, bilakis bir kütle halinde rüzgar yönünde gider ve gelir. Bu gidiş gelişler esnasında iğne yaprakları arasından geçen rüzgar belli bir ses çıkarır. Bu ses, dikkatle dinlenildiğinde "Hû!" kelamı işitilir. Atalarımız bu "Hû! (=o, Allah)" sesi dolayısıyla servinin zikrettiğini söylemişler ve servileri cami bahçeleri ile mezarlıklara bu yüzden dikmişlerdir. Hatta mezarlık servileri kabirlerin hemen baş ucuna dikilir. Böylece servi her "Hû!" dedikçe oradaki mevtanın bir günahının döküldüğüne inanılır. Ne iyimser ve şairane bir yorum!.. Acaba servinin dezenfektan (koku giderici, ölü ve et kokusunu emen) özelliğini keşfederek onun mezarlıklara dikilmesini sağlayan hekim yahut botanik bilgini, böyle düşünür müydü?!.. Şairinki gönülden, botanikçininki akıldan... Nedim tercihini gönülden yana yaptığı içindir ki dudağından çıkıp göklere doğru uzanan âhlarının dumanını bir servi olarak düşünüyor ve ona âheste "Hû!"lar dedirterek sevgilisini bir kere daha sayıklamaya vesile buluyor. Ne zarif bir âşık!..
İskender Pala

0 yorum: