30 Temmuz 2009 Perşembe

Aşk kutsal mı?

‘Zehirli bal’a benziyor, aşk.

Tadı bir, sancısı bin.

Maşukunu kıskanıyor âşık, “Kan tükürsün adını candan anan dudaklar” diyor, derin acılarla kıvranıyor.

Araya ayrılıklar giriyor, ateşler içinde yanıyor âşık.

Bazen karşılık bulamıyor aşkına, keder uçurumlarına yuvarlanıyor.

Ardından büyük bir boşluk!

Hayat azap oluyor, dünya zindan!

Gözyaşları, içine kapanmalar, ‘kendimi intihar ederim’ler...

Şiirlerden, şarkılardan acı dolu çığlıklar damlıyor hayata.

Aşk, karşı cinse duyulan arzunun his ve edebiyat versiyonu gibi geliyor bana.

Onu şiirlerle, şarkılarla, romanlarla, filmlerle ‘ulvîleştirme’ çabası gerçeği perdeliyor.

“Aşk kutsaldır!” yalanını uyduruyorlar.

Bu şiirleri, öyküleri okuyanlar, sinema perdelerine dalıp gidenler, bir an önce âşık olmak arzusuyla yanıp tutuşuyorlar.

“Herkes âşık, ben niye âşık olamıyorum acaba?” diye soruyor insanlar yalnız başlarına kalınca.

Ardından, “Bende bir eksiklik var galiba” diyor, kendilerinden kuşku duyuyorlar.

Âşık olmak için fırsat kolluyorlar âdeta.

Sonra, tanıdık birine duydukları arzuyu yüceltiyor, filmlerde gösterilen rolleri oynamaya başlıyorlar.

Kızlar Leyla, Aslı, Jülyet, Şirin, Zühre ve Türkan oluyor.

Erkekler ise, Mecnun, Kerem, Romeo, Ferhat, Tahir ve Ayhan.

Ve bu trajik oyuna iyice kaptırıyorlar kendilerini!

Zindanlarını kendi elleriyle yapıyor, çıkış kapılarını kilitliyor, anahtarları da fırlatıp atıyorlar kayıp denizlere taş atar gibi.

Hadi itiraf edelim...

Biz, biraz da âşık olmak için âşık oluyoruz!

Özellikle, dinî içerikli, ya da din kokulu bazı kitaplarda ‘mecazî’ aşkın yüceltilmesi ve bir kutsal gaye gibi gösterilmesi, önce nefsi harekete geçiriyor, sonra da kalbe tesir ediyor. Yazar, belki de mecazî aşkı basamak yapıp ilâhî aşka ulaştırmak istiyor okuyucusunu. Ama tehlikeli bir yol bu. Çünkü, perdeyi delip ilâhî aşka ulaşanlar pek az.

Gerçi Mecnun becerir bunu, Leyla’nın bir yansıma olduğunu anlar hikayenin sonunda, güzelliklerin kaynağını bulur, ilâhî aşka yönelir. Fuzulî elinden tutmasaydı, perdeyi delebilir miydi Mecnun? Sanmıyorum.

Şiirsel bir üslupla yazılmış dinî kitaplara, manevî feyizlerle ruhunu beslemek için yöneliyor okuyucu. Fakat önündeki sayfalarda aşkın ulviyetini okuyor, bir fetva almışçasına içi rahat, aşk ateşine atıyor kendisini.

Sonra da roller geliyor ardından; özlemler, beklentiler, acılar, sitemler geliyor.

Nereye kadar?

“Artık benimsin!” diyene kadar.

Her türlü visal öldürüyor bu aşk heyulasını.

Kabuk kırılır kırılmaz, istek ve beklentileri çıkıyor içinden, azgın nefis hayvanı fırlıyor dışarıya.

Bu dessas nefis, amacına ulaşmak için kalbi, dili, duyguları ‘kullanıyor’ bir bakıma, böylece ulaşıyor amacına.

Bunu, Yusuf kıssası ne güzel anlatır...

Züleyha, evinde büyüyen güzel gence ‘âşık’tır.

Yanar tutuşur Yusuf için.

Onu tanıyanlar hemen sezerler bu durumu.

Şehrin sosyetesi dedikodu eder, “Aşkından kalbinin zarı yırtılmış kadının” derler.

Ne yapar Züleyha?

Evde yalnız kalır kalmaz, ilk fırsatta, bütün güzelliği ve cazibesiyle Yusuf’a yönelir, “Hadi gel!” der.

İşte kutsallaştırılan aşkın meyvesi!

Yusuf reddeder onu, ama nafile, kadın bırakmaz peşini.

İffetini yırtamayınca Yusuf’un, gömleğini paralar.

Sonra zindan yılları başlar Yusuf için.

Kıssa sürer gider bu minval üzere.

Biz hisseye bakalım!

Kur’ân’ın aşkı anlatışı da budur işte!

Ömer Sevinçgül

0 yorum: