8 Temmuz 2009 Çarşamba

Aynanın Sırrı

“çoktan geçtim adımdan
başka bir şey değilim artık aynalarımda”
Hilmi Yavuz



"Hem varlığım hem yokluğum, efendim…
Hoş tezat!"

Bir el yordamıyla çabucak geçtim aynalarınızdan. Bir nefeslik buğumuz bile takılıp kalmadı yüzeyinde. Ne tanık istedi aşk aynalardan ne temsilî hikâye. Ama tek bir gölge de olmalıydı hani geçerken tek yansımalık bir çakımlık ışıktan arta kalan. Bu benim görüntüsüz, bedensiz, lâkin bedelli, ezberi edilmiş temsilim efendim.


Tüllenmiş buğusuna parmak uçlarıyla yangının resmini suret olarak çizemiyorsa çölden alınıp pencere önüne konmuş çöl gülü, ağlasın boşluklarına o duvarlar o mekân. Ve boşluklarından yolup çıkaramıyorsa öyküsünü efendim, hangi yol yordam aklar siyahını gecenin.

Muhtemelen aşk bize öğretilmişti…

Aşkın bittiği yerde çekilir mürekkebi kalemin. Unutur yazgısında yazıyı ve yazma eylemini. Artık kırıştırın parmak uçlarınızla buluşması engellenmiş ak sayfalarda. Oysa ne çok tarih düşülecek anlara imza atılmalıydı kapılar ardında diz çökmüş bir aşk müridinin rahle önünde fikrini/zikrini/kalbini yangınlara verişine. Sönmek üzere olan kandilin isi dağılırken etrafa, kabus gibi çöküyordu gece dervişin omuzlarına.

El etek çekmiş bir kere aşk. Ya şimdi hangi noktanın üst üste gelişi anlatacaktı sızamayan sızısını sükûtun. Sesin harfle şekillendiği durumlarda hangi susmaların eşiğinden geçilir kelimeler vadisindeki kayıp ülkelere. Hayret!.. Sınırları ihlâl edilmiş kentin kapısına dayanacak, bir sözcüğü oluşturacak bir kaç harfimiz bile de mi kalmamış bu sessizlik mezarlığında?!

Sen aşk;
Böyle umarsız ardında varlığından daha büyük bir boşluk bırakmamış olsaydın bunca figâna ne gerek vardı. Gel gör ki çâresiz/iz ama hâlâ iklim/siz değil, ânsız, anısız hiç değil ama ıpıssız .
Yine de içimizin boşluklarına sesleniriz canhıraş bir geceden arta kalışla.

İşte bu benim harfsiz mesnevim efendim.

İmdi;
karşımda duran altın yuvaya oturtulup sırrı ardına almış, özü kum silsilesinden gelen insi/cam. İster kristal olsun ister sıradan bir cam. Ama munis bir v/edayla resmetsin zamandan düşmüş hikâyeyi. Koynuna sığınanların ters suretlerini düze çevirsin. Tersinden yazılmış hikâyeyi yine hantallıktan ve beceriksizlikten uzak elleriyle okunmayan el yazısından münezzeh kılsın.

Ve sen ayna;
Mekânın duvarlarını yalayan günün ilk ışıklarında, bağımlısı olduğu aynanın önünde öyküsünü diline dolamış hercâi çöl gülünün dilinin sınırlarını zorlama. Zaman denen mefhumun vazgeçilmez bileşeni olan aşkı sakın ola sınama ve çakılıp kalma gereksiz endişelerinle bahar tavırlı sevgililerin renksiz suretlerinin nakıştan sahte ahengine!..

“Efendisi siz olanın ayna neyine”


Usulca köklerinden sökülüp, fethedilen ülkelerin güle yataklık yapmış loş odalarındaki pencere önünde çölün bağrını özleyen çöl gülü, yine usulca terk ederken misafiri olduğu kenti, usûlen gözlerinden salıverdiği şebnemde sevdâlı bir koku ve üstüne suretinin yorgun izdüşümünü nakşettiği paramparça bir ayna bıraktı.

Gidişlerin de gelişler gibi öğretildiği yerde artık inanıyorum ki;

Kesin aşk b/ize öğütlenip öğretilmişti efendim.

İmdi susmanın yeri olduğunu bilir ve asil bir mührü vurur gibi dudaklarımıza susarız. Bin parça aynada bin surette raks ededursun gölgeler. Zirâ kır(ıl)ıp yansıdığı ışığın hatırı var gölgesini sürükleyip götürdüğü suretinde çöl gülünün.

NEŞE YEŞİLOVA

0 yorum: