4 Nisan 2010 Pazar

Elli bine bir yürek


Tam yanından geçerken; “Alsanıza, dedi. Yüzbin lira.”
Konuşarak yürüyorduk. Sesini duyuncaya kadar onu görmemiştim bile... Göz ucuyla bakıp, “Ne yapayım ki onu?” Dedim.
Gerçekten de ne yapabilirdim ki onu...

Sekiz-dokuz yaşlarında bir erkek çocuktu bu. Kaldırımın kenarına yaslanmıştı ve ürkek-mahçup bakıyordu. Satmak istediği şey ise; bir büyük eşyanın ambalajından çıkan mukavva kutunun yarısıydı. Boyu seksen santim, eni ise çok kere katlandığından bir karış kadardı...
Normal, sıradan, oluklu bir mukuvva ambalajın yırtık parçası!
Yanımdaki arkadaşım müteahhitliğini göstermiş ve anında; “Ellibine olur mu?..” Demişti.
“Oluuuur!..” Dedi çocuk.

Onuncu adımda durdum. Birbirimize baktık, sonra geri yürüdük.
Çocuk ciddiye alındığına şaşırmıştı... İki eliyle kavradığı “malı” ile birlikte şaşkınlıktan kıvrılmıştı yana doğru...
Cebimde bozuk paralar vardı. Bir yirmibeş, iki onluk, yani kırkbeşbin lira. Uzattım, avucuna koydum ama bükük boynunu görünce bırakamadım... Cebimden bütün bir ellibin lira bulup alışverişi bitirdim. Sonra onu kalın bir lata gibi tek elimle tutup, çocuğa “Hayırlı işler” dileyip yürüdük.
Elli metre kadar ilerlediğimizde arkaya dönüp baktım; çocuk orda, kaldığı yerde bize bakıyordu. Acaba bizi kazıkladığını mı, yoksa bizim tarafımızdan kazıklandığını mı düşünüyordu?..

Cadde dümdüz ve yokuş yukarıydı... Hava sıcaktı ve elimdeki mukavva lüzumsuz bir fazlalıktan başka bir şey değildi. Konteynerlerin yanından geçiyor ama “izlendiğimizi” düşünerek, ondan kurtulamıyordum.
En sonunda, iyice uzaklaştığımızdan emin olduğumuzda, boş bir çöpe bıraktım elimdekini.

Bu alışverişi neden yaptım, bilmiyorum...
Ama yapmasaydım ve sonradan o çocuk aklıma gelseydi içim içimi yerdi.
Pazarlığı neden yaptığımı da bilmiyorum...
Ama pazarlık yapmasaydım, belkide o çocuk bizim ne kadar “ciddi bir müşteri” olduğumuza inanmayacaktı.
Aslında “malı” almadan, istenen parayı vermek de geldi aklıma, fakat bunu doğru bulmadım.
Bu olayı size neden anlattım, onu da bilmiyorum...
Ama “bu alışveriş” çok hoşuma gitmişti ve günümün en renkli ve en olumlu hadiselerinden biri olduğuna inanmıştım.
Öyleyse, bunu sizinle değil de, kiminle paylaşacaktım ki?..

Şu an bile duyuyorum o çocuğun ince ve ürkek sesini.
Acemi acemi, tam yanından geçenlere sesleniyor:
“Alsanıza, yüz bin lira!..”

Düşünüyorum; kimbilir kaç çocuk, kimbilir kaç büyük... Kimbilir kaç koca, kaç karı, kaç ana, kaç baba... Kimbilir kaç ihtiyar kimbilir neler “sunuyorlar” bize farkında olmadığımız...
Ne küçük bedeller karşılığında, aynen o çocuk gibi, ellerinde mevcut bulunan en değerli bildikleri şeyleri koyuyorlar önümüze. Ve; “alsanıza” diyorlar.
Almıyoruz.
Çünkü görmüyoruz onları, farketmiyoruz.

Aklıma; Fatih’in huzuruna çıkıp, ona süt, yoğurt, peynir hediye eden çoban geliyor yine.. Kellesini uçurmak için kılıçlarını sıyıran muhafızları durduran yüce sultan, diyor ki;
“O, bildiğim en değerli hediyeleri getirdi bana. Ben de onu bildiğim en değerli hediyelerle mükafatlandırıyorum...”

Bu yazıyı neden yazdığımı ancak işte şimdi anlıyorum dostlar. Ve, çöpe atacağım o yırtık kutuyu neden satın aldığımı.
Meğer o çocuk, elindeki “tek malını” veriyordu bana... Meğer yüreğini satıyordu üç kuruşa.
İyi ki duydum onu...
İyi ki satın aldım kutuyu.


Muammer Erkul

0 yorum: