22 Mayıs 2010 Cumartesi

Kül Kedisi Kaç Numara Ayakkabı Giyer


Adamın biri her mehtaplı gecede, alır başını deniz kıyısına gidermiş.

Döndüğünde çevresindekiler ona şu soruyu sorarlarmış:

“Ne gördün?” “Dünya güzeli deniz kızları gördüm, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlardı.” dermiş her defasında.

Bir gece yine tek başına deniz kıyısına vardığında, gerçekten dünya güzeli kızları görmüş. Hem de altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlarmış, hâyâl ettiği gibi.Döndüğünde çevresindekiler yine sormuşlar:

“Ne gördün?”

“Hiiç” demiş. “Hiçbir şey...”

Sen de bu öykünün kahramanısın. Mehtaplı gecede deniz kıyısında hâyâller kuran adam da, altın saçlarını gümüş taraklarla tarayan dünya güzeli deniz kızları da sensin. Sevdiğini hâyâl âyinende inşa ediyorsun önce.

Bir güzel görüyorsun uzaktan; senin için var edilmiş gibi, bu dünyadaki varlığının her detayı sana özel gibi. Nefesleri senin için; göğsüne dünyanın bütün iklimlerini üflüyor gibi. Adımları senin için; yürüdükçe yanına bütün ovaları, bütün bahçeleri taşıyor gibi. Bakışları yalnız senindir; güneşlerin hepsini yüzüne değdiriyor gibi. En duygulu aşk şiirlerinin anlata anlata bitiremediği sevgili o. Mutlu sonla biten filmlerin baş aktörü ya da aktristi; son karede ağır çekimle kendisine koştuğun sevgili o.

Gel gör ki, bu uzak ve dokunulmaz hâyâl bir gün gerçekleşiveriyor. Hem zaten hâyâller gerçekleşsin diye kurulmaz mı? Hâyâller gerçek olunca, hâyâlin önündeki o geniş mekân bir anda daralıyor, hâyâllerin bulutlar üzerindeki koşusu yavaşlıyor, ağırlık dizlerine vuruyor, gerçekliğin yokuşunda nefes nefese kalıyor.

Şimdi tenine dokunduğun eşin nicedir beslediğin bir hâyâle karşılık duruyor. Böyle olunca, eşinin somut varlığı hâyâl ile gerçekliğin o amansız karşıtlığında sarsılmaya başlıyor. Somutluğun köşeleri hâyâlinde serbestçe çizdiğin detaylarıyla uyuşmuyor. Hâlleri ve davranışları sanki sıradan bir insanınki gibi, hâyâlden epey uzaklara düşüyor. Ne zamandır kanat seslerini beklediğin meleğinin kanatları kırılmış ve kire toza bulanmış gibi. Ne zamandır tatlı fısıltılarını özlediğin güzeller güzeli prens sanki atından düşmüş gibi.

Masallarla büyüttüğün hâyâl perisinin bütün yaldızları dökülmüş, tebessümleri silinmiş, tatlı bakışları perdelenmiş sanki. Ayakkabısının tekini bulduğun Kül Kedisi’nin ayağının da su toplayacağını hesaba katmamıştın; şimdi ayaklarına tuzlu su hazırlamanı bekliyor senden. Rapunzel gibi saçlarına tırmanmayı umduğun sevgilinin saçları tel tel dökülüveriyormuş meğer; uygun bir şampuan bulmak için koşuşturman gerekiyor. Güzeller güzeli Pamuk Prenses’ini tam da üvey annesinden kurtarmak üzere ormana götürmeye kalktığında, acı ve şaşkınlıkla polen alerjisi olduğunu fark ediyorsun; burnu akıyor ve hapşırıyor; yanına bolca kâğıt mendil alman gerekiyor.

Hadi, uygun ve münasip bir Kül Kedisi bulundu, Rapunzel uzun saçlarıyla pencerede bekliyor, Pamuk Prenses de ormanda güle oynaya çiçek topluyor diyelim. Kül Kedisi’nin aklına gelir miydi, Prens’in ayakkabının tekini aratmayacak kadar boş vermiş yahut ileri derecede miyop olabileceği, yahut “Ayakkabısını unutup giden kızdan karı olmaz!” deyip hiç umursamadan sarayın konforuna dönebileceği yahut üvey anne elinde büyümüş bir genç kızın kraliçe olmak için gerekli özgüvenden yoksun olduğunu düşünerek hiç evlenmeyi düşünmeyeceği. Ya Pamuk Prenses’e hayat öpücüğü vermeye gelen Prens’in ağzı kokuyorsa? Ya Rapunzel’in saçlarına tırmanan güçlü, kuvvetli ve yakışıklı Prens horluyorsa?

Hem sonra, hâyâllerimizi süsleyen bu özel kahramanlar zamanın akışından hiç pay almazlarmı? Hâyâlimizdeki gelin ve damat, evlilik öncesinin o hoş ve tatlı, zarif ve incelikli dönemlerine kilitlenip kalırlar mı bir ömür? Beli bükülmez mi onların da? Öksürmezler mi hiç? Hamile kalıp kilo almazlar mı? Geceleri bebek çığlığıyla uyandıklarında topu birbirlerine atmaya kalkmazlar mı? Birbirlerine sırt dönüp uyudukları geceler olmaz mı?

Hiç kış görmemiş kelebekler gibi savunmasızdır hâyâllerin gerçeğin soğuk rüzgârlarına karşı. Aniden bastıran kırağı gibi hâyâl tomurcuklarını yakıverir gerçeklik. Bir hayat–memat, bir ölüm–kalım keskinliğini besler hâyâl ile gerçekliğin karşılaşması. Ya hâyâllerinin yıkılmasına razı olup buruk bir mağlubiyet hissiyle iteceksin gerçekliği. Ya gerçekliğini hâyâlin yükseklerdeki çıtasına vurup her defasında küçümseyeceksin sevdiğini. Yok mu ortası?

Var elbet! Yoksa, hâyâli olduğu gibi gerçekleşen adamın hâyâl kırıklığını yaşardık: “Hiiç!” derdik, “hiçbir şey görmedim!” Şükür ki, gerçekliğimiz hâlâ daha hâyâl kurmamıza izin veriyor. Gerçek olan sevgili hâyâlimizin bittiği yerde değil başladığı yerde duruyor çünkü. Şimdi sana iş düşüyor. Gerçek sevgilini hâyâl ettiğin güzelliğe taşıyabilirsin böylece. Ya da hâyâl edildiğin kadar güzelleşebilirsin.


SENAİ DEMİRCİ

0 yorum: