10 Ağustos 2010 Salı

Alâk Sûresi Işığında Hayatın Allah İçin Olması


Hayatın Allah için olması demek, tüm yaşayışımızı Allah’ı râzı edecek şekilde tanzim etmek demektir. Adama bilinci demektir; dâvâ adamına özgü yaşamak, dâvetçi/tebliğci olmak, lillâh (Allah için) ve fillâh (Allah yolunda) yaşamak demektir. Her durumda, her oturumda, her konumda, her işte, her zamanda ve her yerde Allah’ı akıldan çıkarmamak, her yaptığı işle Allah arasında bağ ve bağlantı kurmaktır.

İnsanların yaratılış gayelerinin Allah’a kulluk, yani Allah için yaşamaları olduğunu belirten Kur’an (51/Zâriyât, 56), baştan sona hayatın nasıl Allah için olabileceği sorusunun cevabını vermektedir. Örnek olarak nüzul yönüyle ilk âyetleri verebiliriz. İlk inen sûre olan Alâk sûresinde hayatın nasıl inşâ edilip Allah’a tahsis edilebileceğiyle ilgili önemli veriler görebiliriz. Şöyle ki;

1- Yüce Yaratıcı’yı gereği gibi idrâk etmek ve her şeyin tek gerçek sahibi olarak hayatın merkezine oturtmak (kulluk bilinci), Allah’ın insanı zaaftan kuvvete çevirmesindeki hikmetin beyanı ve diğer mahlûkattan ayırt edilmesi için ona “oku” diye emrettiğini unutmamak gerekir. Öncelikle okumalıyız. Her işe ve özellikle okumaya besmele çekerek başlamalıyız (Alâk Sûresi, 1. âyet).

2- Okuyacağız; Neyi? İnsan, kâinat ve vahy adlı kitapları; birbirleriyle tefsir ederek. Nasıl? Bi’smi Rabbike: Rabbinin ismi ve izniyle. Tâğutlardan değil, O’ndan izin alarak, O’nun ismini anarak, O’nun yardımını isteyerek, O’nun istediklerine uymak için. Besmele ile: Aynı zamanda: “İsim” kelimesi; ad, ad vermek anlamına geldiği gibi, -bi harf-i cerri ile de- (b’ismi) yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında “semâ” kelimesi aynı kökten gelmektedir. O yüzden, “bismillâh”ın veya “bismi Rabbike”nin anlamı, “Allah’ı (Rabbini) yücelterek” şeklinde de anlaşılabilir (1. âyet).

3- Okumak; O’nun ismi ile, O’nun izin verdiklerini, O’nun rızâsını kazanmak için. Öncelikle Kur’an’ı hayatın kitabı olarak algılayarak, anlamak ve yaşamak maksadıyla okumak ve toplumu mânevî-ahlâkî ilkeler doğrultusunda Kur’an’a çağırmak; aynı zamanda bu konuda gereken organizasyonların yapılması (vahyin zihnî ve sosyal inşâsı) dâvâ adamı mü’minlerin görevidir (1. âyet).

4- Okumanın ve ilmin ilk temeli Allah’ı tanımaktır. Bu, İslâm’ın ilk temeli olduğu gibi, ilmin de esasıdır. İlmin esas kaynağı vahiydir. Kur’anî mesajın “Oku” emriyle başlaması, vahyin ve İslâm’ın okumaya ve ilme verdiği önemi en güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Ayrıca bilimin ve dünya nimetlerinin insanı hak yoldan ve Allah’a tam anlamıyla bir kul olmaktan alıkoyması muhtemel olduğu için, bunun ancak Allah’a ibâdet ile tamamlanacağı ve ilim ile ibâdetin birbirlerinden ayrılmaz unsurlar olduğu da sûrenin ilk ve son âyetleri arasındaki insicâmdan anlaşılmaktadır (1. âyet).

5- “Oku” emri önemli bir emir. Her hayrı içeren kapsamlı bir ifade. İmandan da ibâdetlerden de önce okumamız gerekiyor. Çünkü ilim, imandan da ibâdetlerden de önce gelir. Kişi, bilmeden neye nasıl inanacak ve ibâdetini nasıl yerine getirecektir? Kâfirlerden ayrışmamız daha ilk âyetin ilk kelimesinden sonra ortaya çıkıyor: “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile).” Kâfirler, müşrikler de okurlar. Ama farkımız biz Allah’ı hatırlayarak O’nun ismiyle ve O’nun izniyle okuruz. Allah’a yaklaşmak için okuruz. Onlarsa öyle bir ihtiyaç hissetmezler. Sadece kendileri besmelesiz değildir; eğittiklerini de besmelesiz yapmaya çalışmakta, besmeleyi meclislerinde, mahkemelerinde, okullarında yasaklamaktadırlar. Onların besmelesi tâğutun adıyladır. İlk âyette kâfirler ve müşriklerle, müslümanlar arasında besmele simgesiyle bir ayrışma istendiği sezilmekte, sûrenin devamında bu berâet /ayrışma pekiştirilmekte, son âyette zirveye çıkarılarak onlara itaat yasaklanmakta ve isyan emredilmektedir (1. âyet).

6- Yalnız başına “Oku” hitabı değilse bile; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” emri, mü’minlerle kâfirler arasında bir ayrışma sağlıyor. Mü’min-kâfir ayrılıyor, saflar netleşiyor. Demek diğer insanlar da okuyor; ama Kur’an’ı değil, Allah’ın; vahiy başta olmak üzere okunmasını istediğini istediği gibi okumayı değil; şeytan vahiylerini, parayı, faydasız bilgileri, televizyon kanallarını, eğlenceyi okuyorlar, insanların canına okuyorlar; gecenin son üçte birinde değil, ilk üçte birinde okuyorlar. İşte mü’minlerle kâfirler arasındaki okuma açısından da fark… Önemli olan okumak değil; Allah’ın râzı olacağı şeyleri, O’nun râzı olacağı gibi okumaktır (1. âyet).

7- İlk inen âyette Allah’ın “Rab” isminin vurgulanması, O’nun yarattığı kullarını eğitip yetiştirdiği, ihtiyaçları olan her ne ise onları ihsan ettiğini değerlendirmemiz gerekmektedir. Nice sıfatlarından “yaratma” sıfatının zikredilmesi de; ancak yaratmaya kadir olanın Rab olabileceğini ve kendi yaratılmamızdan başlayarak tefekkür etmemizi işaretle vurguluyor (1. âyet).

8- “Alâk’tan, Aşılanmış, Asılı, Yapışkan Bir Hücreden Yaratılmak”: İslâmî hareketin de ilk aşamada dışarıdan kimsenin fark etmedediği güvenli bir yere yapışması, oraya sağlamca tutunması ve belirli bir büyümeye ulaşıncaya kadar o gizliliği sürdürmesine işaret kabul edebiliriz. Hücre faaliyetine benzer cemaat çalışması, dâru’l-erkam gayreti… Üç karanlıkla örtülü, dıştan gelecek olumsuz etkilere karşı korunaklı bir yer. Kendisi gibi olanlarla neticeye ulaşmak için, hayırda yarış içinde olması. Aynen 300 milyon spermin yumurtayı döllemek için şampiyonluk yarışı gibi. Toprak altındaki tohum gibi… Bir buğday başağını düşünelim: Evimize ekmek olarak gelip bize enerji vermesi için hangi aşamalardan geçmiştir? Bir tohumun toprağa düşmesi, yere gömülmesi, çiğnenmesi, karanlık yer altı zindanlarında uzunca çile çekmesi… Yarılıp/yaralanıp ikiye bölünmesi, ölmesi lâzımdır; ölme yok olma değil; daha güzel bir hayata dirilme olduğundan değişmesi, başak olması gerekir. Sonra küçücük buğday başağı, yumuşacık taze bir ot şeklinde olmasına rağmen sert toprağı deler, zindan hayatı biter ve yeryüzüne çıkar. O yumuşak cüssesi ile soğuğa, yakıcı sıcağa, şiddetli rüzgârlara ve daha nice zorluklara göğüs gerer. Eğilse de direnir, kırılmaz. Yazın kavurucu sıcağında olgunlaşır, artık bir buğday gitmiş, yerine 70′den 700′e kadar çoğalan buğday başağı olmuştur. Bu aşamalardan geçen buğday dânesi, bir ölür, yüz dirilir. (1) Şehidler de başak gibidir, bir ölür, bin dirilir. Canlı şehid kabul edebileceğimiz tevhid ve şehâdet erleri de ölümden korkmadığını gösteren çabalarla Allah yolunda ölmeyi göze alarak aynı berekete sebep olurlar (2. âyet).

9- Alâk kelimesinin bir anlamı da alâka, ilgi, sevgi. İslâmî faâliyetlerde gayret ve çabanın, sevginin yeri çok önemlidir. İslâmî çalışmanın da anası sevgidir. Sevgi ananın enerjisinden, sütünden beslenir. Sevgiyle, dayanışmayla büyür. O sevginin, alâkanın, ilginin çocuğudur (2. âyet).

10- İnsanın ana rahminde asalak misali çok küçük canlı olarak spermadan, yapışkan hücreden yaratıldığına dikkat çekiliyor. Oku emrinden sonra gelen insanın alaktan yaratıldığını belirten bu ifadeler, okumaya insanın yaratılışını araştırarak başlanması ve insan adlı kitabın da mutlaka okunması gerektiğine işaret ediyor (2. âyet).

11- İnsanın bir damla hakir sudan, alâktan yaratıldığına vurgu yapılarak gurura kapılmaması istenmektedir. İnsanın aslı, hakir bir su ve onun embriyona dönmüş şeklidir. Okumayıp vahye teslim olmayan, kendini müstağnî görerek tuğyân edip azgınlaşan insanların kibirlenip gurura kapılması ne kadar tuhaftır? İnsan, yaratılışındaki hakir suyu ve bunca acziyetini görüp bildiği halde, nasıl olur da kendini yüceltir ve Rabbine karşı müstağnî tavırlar takınarak kulluktan kaçınır? (2. âyet)

12- Allah’ın insanı alâktan yaratması, “alâk” kelimesinin diğer anlamı olan sevgi ve ilgiden yaratılması demektir. Allah’ın kendisini çok sevdiğini ve rahmet sıfatlarının, lütuf ve ikramının üzerinde bolca görüldüğü bir vâkıadır. Bizi çok seven Allah’ı bizim de sevmemiz ve bizi O’na yaklaştıracak ibâdet ve itaate dört elle sarılmalıyız (2. âyet).

13- Sonsuz kerem sahibi Yüce Yaratıcı’nın bizlere bahşettiği nimetlerin devamlı hatırlanması, insanların aynı yerden geldiğini, bir damla hakir sudan yaratıldığını unutmayarak yaratılış ve insan olma yönünden diğer insanlarla eşitlik inancına sahip olmak, ırkçılığın her türlüsüne tavır almak gerekir (3. âyet).

14- Okuma iki çeşittir. Birisi metlüv âyetlerin okunması, yani okunan, kulağa hitap eden işitsel âyetler, Kur’an’ın âyetleri; ikincisi meşhûd âyetlerin okunması. Meşhûd, yani müşâhede edilen, görülen, göze hitap eden görsel dediğimiz ay gibi, güneş gibi, yıldızlar, bitkiler, ağaçlar, semâ, arz gibi âyetler olmak üzere Rabbimizin iki tür âyeti vardır. İnsan da âyetler mecmuâsı olduğu ve enfüsünde bulunan âyetlere (41/Fussılet, 53) vurgu yapıldığı için, ayrı ele alırsak; birbiriyle tefsir edilerek Allah’ın ismi ve izniyle okunması istenen üç kitabın olduğu; bunların hem gözlem yaparak ve hem de yazılı bir metinden veya yazı olmasa da okunması, tefekkür edilip hayırlı neticeler çıkartılması istenmektedir. Bu sûrenin birinci ve üçüncü âyetlerinde “oku” emrinin tekrarı, bu ayrı âyetlerin ayrı ayrı okunması anlamına da gelebilir. Demek ki, başta Kur’an olmak üzere okunması gereken kitapları hayatımız boyunca ve günün her zaman diliminde okumamız isteniyor. Kur’an’ı da her zaman, ama özellikle gece,(2) ağır ağır, tane tane, (3) anlayarak, (4) düşünerek, (5) dersler çıkararak, (6) yaşama gâyesiyle (7) ve öğrendiklerimizi paylaşma (8) arzusuyla okumamız emrediliyor (3. âyet).

15- Allah, sonsuz kerem sahibidir, cömertliğinin sonu yoktur. İlmi insanın hizmetine vermekte son derece cömertliğini sergiledi. İnsanoğluna fıtrat olarak, yaratışında öğrenme ve hakkı bulma kabiliyeti verdi. Ama bunlar bilgisayarlara yerleştirilen hazır bilgi çipleri gibi algılanmamalı; bilgi levhaları ya da paket programların zihne yerleştirilmesi şeklinde değil; ilim elde edecek, vahyi anlayacak kapasite ve yeteneği verdi. Ayrıca, “kalem”le vurgulandığı şekilde ilim araçlarını ihsan etti. Ve insana, o araçlardan yararlanacak özellikler verdi. Yine bir lütuf olarak görme, işitme, akletme (beyin) ve duyumsama (kalp) yolu ile bilgiye ulaşma nimeti vermiştir. Yarattığı insanın nefsine takvâ ve fücur olarak iki farklı özelliği, yani kötülük ve iyilik yapma kabiliyetini de ilham edip veren (9) Allah, sonsuz rahmetiyle insanın takvâ yolunu bulması için “vahiy” göndermiştir. Vahyin hidâyeti, rehberliği olmadan hakka, ilme, doğru bilgiye ulaşılamayacaktır (3-5.âyet).

16- İlâhî eğitim ve öğretim aracı olan kalemin ve meşrû her türlü ilim aracının gereği gibi kullanılması; buna bağlı olarak âlim ve aydın kadrolar yetiştirilmesi, kalem gibi araçlarla ilmin üretilmesi ve başkalarına ulaştırılması, ihmal edilemeyecek görevlerimizdendir (4-5. âyet).

17- Allah Tealâ’nın, vahiy ilimlerini bilmede, sosyal bilimlerin insanlar arasında yayılmasında, müsbet ilimler aracılığıyla insan ve kâinat adlı kitapların vahyin tefsiri ve Allah’ın yarattıklarının tefekkürünün aracı olan okuma ve yazma öğrenilmesini de (işaret yoluyla) emretmektedir. Çünkü okuma-yazma; bilimlerin, kültürlerin, edebiyat ve sanatların ilerlemesinde, uygarlık ve medeniyetlerin gelişmesinde, dinin doğru öğrenilip öğretilmesinde esas teşkil etmektedir (4-5. âyet).

18- Allah Tealâ’nın cehâlet karanlığından ilim aydınlığına çıkarmak için, insana bilmediğini öğretmesi, O’nun keremi ve fazlındandır. Onu ilimle şerefli ve onurlu yapmıştır. İnsanlığın babası Âdem de meleklere onunla üstün gelmiş ilim sahibi olmasıyla yeryüzünün halifesi vasfını kazanmıştır. İlmin kaydedilmesi, daha sonraki nesillere intikali yazı ve kalem ile olduğundan, yazının fayda ve faziletleri çoktur. Öyle ki Allah, yazı ve talimi insana ihsan ederken Zâtını nihâyetsiz kerem sahibi olmakla methetmiştir. “Rabbin nihâyetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemi (yazı yazmayı) öğretendir.” Yani Allah, insana kalem vâsıtasıyla bilmediklerini, ilimleri öğretti. Ya da, kalemle ona yazıyı öğretti. Rasûlullah’ın (s.a.s.) ümmî olup da sonradan Allah tarafından öğretilmesi, ümmî (okuma-yazma bilmeyen) Araplar arasında mûcizesinin isbâtı için daha elverişli ve hücceti için de daha güçlü olmuştur (4-5. âyet).

19- Allah katında değer, mal ve mevki ile değil, takvâ iledir. Allah, ibâdetlerini yerine getiren ve emirlerine uyan sâlih insanlara değer verir. Müslümanların, kendilerini müstağnî görüp tuğyân ederek azgınlaşmaması; yeryüzünde sahiplik iddiası ile değil, emanetçi sorumluluğu ile hareket etmesi icap etmektedir. Özellikle okumayan ve kendini beğenmiş insanların Allah’ın kendisine ikrâm edip verdiği nimetleri inkâr etmesi; servet ve taraftar çokluğu ile veya Meclisten kendisine destek gelecek umuduyla azgınlaşarak nimetlere nankörlük yapması; böylece azgınlaşması sözkonusudur. Çünkü Allah, insandaki basit bir mizacı haber vermiştir: Kendisini müstağnî ve çok zengin görürse şımarık, kibirli ve azgın birisi olur. Okumak ve ilim sahibi olmak farzdır. Okumayınca insan azar. Kendisini Allah’a muhtaç hissetmeyip İlâhî hayat sistemi dışında kalan kişi azgınlaşır ve O’na âsi olur (6-7. âyet).

20- Sûrenin ilk âyetleri ilmin övgüsüne, ikinci bölüm âyetleri de malın yergisine delâlet ediyor. Dine teşvik ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran dünyadan, maldan uzak durmak için bu yeterlidir (6-7. âyet).

21- Bu nedenle de Allah, dönüş ve varılacak yerin kendisine olduğunu, her insanın malını nereden toplayıp nereye harcadığından hesaba çekileceğini haber vererek vahyi okumayıp azgınlaşan kimseleri tehdit edip azgınlığını dizginlemesi ve sorumsuzluğunu durdurması için öğüt vermiştir. O’ndan geldiğimiz gibi, son dönüş yine Allah’a olacaktır. O yüzden Allah’a dönüp O’na hesap verileceğinin bilinci içerisinde davranmak gerekmektedir (8. âyet).

22- Hakkı savunup yaşayan kimselerin karşısında mutlaka bâtıl adına mücadele eden kimseler olacaktır. Gerçek anlamda ibâdet yapana engel olmak isteyenler çıkacaktır. Bu insanoğlunun tarihinden kıyâmete kadar ortaya çıkan ve çıkacak olan İlâhî bir kuraldır; Hak-bâtıl mücâdelesi. Kulları namazdan ve onun gibi İlâhî emirleri uygulamaktan alıkoymaya çalışan tâğîler ve tâğutlar çıkacaktır. Bu kimseleri ve onların düzenlerini görmek zorundayız (9-10).

23- Allah’ın istediği şekilde okuyup gereğini yapanlara, insanları diliyle ve hâliyle Allah’a dâvet edenlere (okuyanlara) karşı mücâdele eden bâtıl taraftarlarının varlığının kaçınılmaz olduğu anlaşılmaktadır. Aslında bu mücâdelenin Allah’a, O’nun vahyine karşı, O’na yapılan ibâdetlere karşı mücâdele olduğunun bilinmesi ve bile bile bu tâğutî mücadeleyi yapanların cezasının Allah’a ait olduğu belirtilmektedir. O zâlimlere, tâğî ve tâğutlara kesinlikle itaat etmemek emredilmekte, secde ile Allah’a yakınlaşma istenmektedir. Tâğut ve zâlimlere itaatsizlik ile secde arasında kopmaz bir bağ olduğu vurgulanmaktadır. Allah’a yaklaşmak ile zâlimlerden uzaklaşmak arasında yine ciddi bir bağ olduğu, bunların birbirinden kopmaz bütün olduğu anlaşılmaktadır (9-10, 19).

24- Dine, ibâdete engel olup yasaklama getirenlerin; din hürriyetine, müslümanca yaşayışa, dinin kurallarını uygulamaya mâni olanların maddeci şaşkınlar ve azgın tâğî veya tâğutlar olduğu belirtilerek o gibilerin cehennemde cezasını çekeceği vurgulanıyor (11-12. âyet).

25- Namaz kılan, Allah’a ibâdet eden kul, bunu hidâyet çizgisi içinde, dosdoğru yol olduğu bilinciyle yapar. Ve sadece kendisi güzel şekilde yaşamakla yetinmez; çevresine takvâyı emreder. Takvâ; her şeyden önce şirkten sakınmadır ve Allah’a isyandan kaçınmadır (11-12. âyet).

26- Rasûlullah’tan “kul” vasfı ile bahsediliyor. Peygamberimiz’in peygamberliğinden bile öncelikli ve önemli konumu Allah’a “kul” olma bilinci ve gerektiği gibi kulluk yapmasıdır. Şehâdet kelimesinde de biz öncelikle onun Allah’ın kulu olduğuna şehâdet etmekteyiz. Kul, ancak kendi cinsinden kulu örnek alabilir. Biz de “o kul”u örnek alıp okursak kurtuluşa yönelmiş oluruz (11-12. âyet).

27- Kıldığımız namazların, yaptığımız ibâdetlerin hayata müdâhale etmesi, bizi ve toplumu fahşâ ve münkerden alıkoyacak şuurda olması gerekiyor. Fesatçı kâfirler, namaz kılan mü’minlerin toplumsal ve siyasal hayata müdâhale etmesi durumunda bizim namazımıza ve müslümanca yaşayışımıza müdâhale edecekler. Buna hazır olmalı ve bu şuurla ibâdetlerimizi onların tepkilerine rağmen hayat boyunca sürdürmeliyiz (11-12. âyet).

28- Namaza, ibâdetlere düşman olan kimseler Hakkı (Kur’an’ı, İslâm’ı) yalanlıyor ve ona sırtını dönüyor demektir. Onun doğruyu (hidâyeti) araştırma ve bulduğunda ona uyup teslim olma gibi bir düşüncesi yoktur. O, azgınlığın sonucu bu davranışlarda bulunmaktadır (13. âyet).

29- Allah’ın kendisini devamlı gördüğünü, O’na hesap vereceğini düşünse bunu yapabilir mi insan? İnsan, ihsân bilincinde olur ve devamlı Rabbinin kendini gördüğünü bilirse O’na itaat edene engele olabilir, kendisi bu kadar isyan içinde bulunabilir mi? (14. âyet)

30- Gerçek anlamda ibâdet eden kimsenin düşmanlarına karşı Allah devreye girmekte, maddî yönden zayıf/güçsüz ve sayı olarak az olanlara Allah yardım edecektir. İnsan, davranışlarının sonucunu unutmamalı; yaptığının yanına kâr kalacağını sanmamalıdır. Bu dünyanın bir de sonu, âhiret hayatı vardır. Orada İslâm’a ve Müslümanlara tavır alanlar şiddetle cezalandırılacaktır (15-16. âyet).

31- İnsanın gücü Allah’ın gücüyle karşılaştırılabilir mi hiç? Allah dilemeden kâfirler tümüyle meclislerini, taraftarlarını toplasalar; yasalarıyla, ilkeleriyle, düzenleriyle ortaya çıksalar Allah’a karşı ve Allah’ın yardım edeceği şahsa karşı ne yapabilirler ki! Dünya bir araya gelse, Allah dilemedikçe bir kimseye en küçük bir fayda veya zarar veremezler. Allah’ın dışında gerçek anlamda güç ve kuvvet yoktur. Kim Allah’a sahip o neden mahrum, kim Allah’tan mahrum o neye sahip? (17-18. âyet)

32- Tâğîlere ve tâğutlara itaat edilmez. Allah’a itaat eden kul, Allah’a isyan edene itaat edemez. Allah’a isyan edene isyan edilir. Onlardan korkulmamalı, onlara tâviz verilmemelidir (19. âyet).

33- Zâlimlere, isyankârlara, tâğutlara değil, Allah’a yakın olmak, O’na yaklaşmak önemlidir. Allah’a da ancak ibâdetle, namaz ve secde ile yaklaşılır. Öyleyse isyankârlardan uzaklaşmak ve Allah’a yaklaşmak gerekmektedir. Yalnızca Yüce Yaratıcı’nın önünde tevâzu ile eğilerek O’nun emir ve yasakları karşısında boyun bükmek (secde) ve ibâdetlerle O’na yaklaşmak emredilmiştir. Her türlü baskı ve sıkıntıdan, ümitsizlik ve stresten kurtulmak için secdeye kapanmalıdır (19. âyet).

Nüzûl Ortamı ve Biz

Alâk sûresi, yani ilk vahiy, Peygamberimiz’in câhiliyye toplumundan uzaklaşması sonucunda indi. Biz de gönlümüze ve zihnimize vahyin inmesini istiyorsak, biz de içinde bulunduğumuz câhiliyyeden inanç, yaşayış tarzı ve dünya görüşü yönüyle ayrılmalıyız. Mânevî hicret içinde olmalıyız. Câhiliyyeden, câhilce zihniyetten arınmadan vahye muhâtap olmanın, onu kuşanmanın mümkün olmadığını bilmeliyiz.

Meleğin “oku” emrine karşı mâzerete yer olmadığı onun kanatlarıyla sıkılarak gösteriliyor. Okumamaya mâzeret bulan sıkılacaktır, sıkıştırılacaktır; tekrar tekrar iç sıkıntısına muhâtap olacaktır; ta okumayı kabulleninceye kadar. Okumanın ve İlâhî emre uymanın önemine dikkat çekilmekte, bu konuda mâzeretin kabul edilmeyeceği, okuma bilmememizin bile mâzeret olmayacağına işaret edilmektedir bu sûrenin iniş sürecinde.

Bu kısa sûrede özet şekilde İslâm’ın inanç sistemi (tevhid) vardır, âhiret vurgusu vardır, ibâdet vardır, farzlar ve haramlar, yani fıkıh vardır, cihad vardır, takvâ vardır, ahlâk vardır. Daha ilk sûrede İslâm dini özetlenmiştir. Bu kısa sûre, “nereden geldik (10) , nereye gidiyoruz (11) ve ne durumda olmalı, ne yapmalıyız?” (12) gibi en önemli insanlık soru ve sorunlarına cevap vermektedir. Hayatın merkezine Rab olan Allah’ı, tevhidi yerleştirmektedir. Rabbin ismi ve izniyle O’nun istediklerini O’nun istediği gibi ve O’nun rızâsı için okumamız icap ettiğini öğretmekte bu sûre, kime itaat edip kime isyan etmemiz gerektiğini, namaz düşmanlarına boyun eğmememiz gerektiğini bize bildirmekte, okumayan ve kendini müstağnî gören kimsenin nasıl azgınlaşıp tuğyan edeceğini ve imkânı varsa tâğutlaşacağını haber vermektedir.

Alâk sûresi, içeriği itibarıyla insanın kendisini vahiy doğrultusunda yeniden yapılandırması ve dolayısıyla hayatın yeniden inşâ edilmesi açısından da temel teşkil etmektedir. Bu sûrede Rab sıfatıyla bizi terbiye ediyor Cenâb-ı Hak. Eğitiyor, okumamızı, Yaratanımızı tanıyıp O’na ibâdet etmemizi emrediyor. Bizi bu şekilde yetiştiriyor.

“Oku” Emri Aktif Bir Hareket Çağrısıdır!

Alâk sûresinden anlıyoruz ki, vahyin ilk mesajından itibaren insanlar, sorumluluğa ve mücâdeleye dâvet edilmektedir. “Yaratan Rabbin adıyla okumak“, O’nun rızâsını ve memnuniyetini gözeten bir hayat tarzını ve mücâdeleyi biçimlendirmeyi gerekli kılar. Bu, her zaman ve mekânda, her işte Allah’ın (c.c.) ismini yüceltecek şekilde yaşamaktır. Ancak, unutulmamalıdır ki, Allah’ın adı sadece sözle değil; esas olarak şirke, zulme, ifsâda, tuğyâna ve istikbâra karşı verilecek tevhid mücâdelesi ile yüceltilir. Bu sebeple, Yaratan Rabbin adıyla okuma; aynı zamanda ilâhlık iddiasındaki her beşere, her çeşit beşerî sisteme ve onun akîdesini oluşturan beşerî ideolojilere meydan okuma sorumluluğunu da beraberinde getirir. O yüzden “Oku” emri aktif bir hareket çağrısıdır.

“İnsan; inancına, kimliğine ve hayatının her alanına referans noktası olarak vahyi almakla sorumludur. Dolayısıyla ‘Yaratan Rabbin adıyla okumak’ demek; kişinin kendisini bir alâktan yaratan Rabbine karşı sorumluluk bilincini kuşanması, O’na itaat etmesi, her zaman ve mekânda egemenliğin yalnızca O’na ait olduğuna iman etmesi, bu imanını sadece dili ile değil her davranışı ile seslendirmesi, vahyin mesajını Rabbinin adını yüceltmek için hayata taşıması demektir. Şâyet insanların vahyin mesajıyla buluşmasını ve yalnızca Allah’a kulluk etmesini engelleyen faktörler varsa onları aradan çıkarmak, ortadan kaldırmak demektir. Hakikatin üstünü örtmeye kalkışanlara karşı çıkmak, onlara meydan okumak ve onlarla kesintisiz bir mücâdeleye girişmektir. Bu da, elbette tevhid mücâdelesidir. Görüldüğü gibi Yüce Yaratıcı, daha ilk âyetlerinden itibaren hem kulları arasından seçtiği elçisine hem de tüm insanlara hayata doğrudan müdâhale eden bir okuma biçiminin sorumluluğunu yüklemektedir. Bu durumda, Allah’ın kayıtsız şartsız egemenliğine şirk koşan tüm düzenlere ve o düzenlerde kendi egemenliğini ilân eden tüm sahte ilâhlara karşı açıktan yapılmayan her okuma biçimi eksik kalacaktır.“

Vahiy, Hayata Müdâhaledir!

Evet, vahy, hayata her yönden İlâhî bir müdâhaledir. Allah’ın her yaptığımıza karışma hakkının ilânıdır. “Müslümanların imanları vahiyden besleniyorsa, o halde amelleri de doğrudan hayata müdâhale etmelidir. Bireyselleşen, sosyal ve siyasal hayata karışmayan, beşerî sistemlerin egemenliğini rahatsız etmeyen, istikbar ve istiğnâ sahiplerinin huzurunu kaçırmayan okuma biçimleri; ilk mesajlardan itibaren yüklenen sorumluluğu terk etmektir. Oysaki mü’min kişi, dini egemen kılmaya çalışma husûsunda peygamberlerin vârisidir. Bu hususta onun yol göstericisi de Kur’an’dır. O halde Kur’an’ı insanlara ve hayata okumanın anlamı; azgınlık, bozgunculuk ve fesatçılık yapanlarla, takvâ ve ıslah bilinciyle mücâdele etmektir. Bunun anlamı, vahiyle insanlar arasına giren, kendi egemenliklerini zorbalıkla dayatan, beşerî düzen ve ideolojilerini din gibi sunan güçlerin devrilmesidir… Çünkü hangi imkâna, zenginliğe ve güce sahip olursa olsun, meşrûiyetinin referansı vahiy olmayan her iktidar Müslümanlar için gayr-i meşrûdur. Azgın ve zâlim olan, ifsâd eden ve hakikatin üstünü örten her türlü iktidar biçimine karşı çıkmak ise meşrû bir tavırdır. Âhiret günü ise, bu iktidar mücadelesinin asıl kazananları ve kaybedenleri arasındaki nihâî hesabın görüleceği gündür.

“Yaratan Rab” tamlamasında “Rab” ifadesinin tekilliğiyle tevhid inancına gönderme yapılmıştır. İnsana “alâk” tan yaratıldığının hatırlatılmasıyla da bir bakıma şu mesajların verildiğini değerlendirmek mümkündür: “İnsanlar yaratılmışlardır ve bunu gerçekleştiren Yüce Allah’tır. Dolayısıyla yaratma gücüne sahip tek bir yüce otoritenin varlığının kabulü, kanun ve hüküm koyma yetkisinin, yani egemenliğin de O’na ait olduğunu kabul etmeyi gerekli kılar. Çünkü yaratmaya güç yetiren emretmeye de güç yetirir demektir. “…İyi bilin ki, yaratma ve emir (yönetme) O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!” (13) Yaratan kim ise, ülûhiyet onun hakkıdır; kulluk da ona yapılır. Yaratıcı Allah olduğuna göre, ibâdete lâyık olan da O’dur. “Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O’na döndürüleceksiniz.” (14) “Rabbiniz Allah işte budur. O’ndan başka tanrı yoktur. (O) her şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.” (15) Bu gerçeği kabul etmemek, O’nun otoritesini tanımamak müstağnîliktir, istikbardır, küfür ve zulümdür…

Dipnotlar
1-48/Fetih, 29
2-73/Müzzemmil, 2-6, 20
3-73/Müzzemmil, 4
4-Bk. 12/Yûsuf, 2
5-Bk. 38/Sâd, 29
6-Bk.54/Kamer, 17, 22, 32, 40
7- Bk.7/A’râf, 3
8- Bk. 51/Zâriyât, 55
9- 91/Şems, 8
10-Yaratan Rabbimiz’in bizi alâktan yarattığı, O’ndan geldiğimiz: Bk. 96/Alâk, 2
11-Dönüşün ancak Rabbimize olduğu: Bk. 96/Alâk, 8
12-Okumak, namazı ikame etmek, hidâyet üzere ve takvâ sahibi olup onu başkalarına da emretmek, müşriklere itaat etmeyip Allah’a secde edip namaza devam etmek: Bk. 96/Alâk, 1, 10, 11, 12, 19
13-7/A’râf, 54
14-36/Yâsin, 22
15-6/En’âm, 102

Ahmed Kalkan

0 yorum: