10 Ağustos 2010 Salı

Aşkın Esrârı Esrâr'ın Aşkı


Aşkin Esrâri Esrâr'in Aşki



Derd-i aşkı kime tabir edeyim
Aşk varken bana hem-dem yokdur.

Aşk, üç harf beş nokta... Her harfinde ayrı bir mânâ, her noktasında ayrı bir sır var. Gönüller bu esrâr ile çevrili, zihinler bu bilmece ile yorgun... İnsanlık tarihinin hiçbir devresinin aşka kayıtsız kaldığı söylenemez. Aşk, devası derdinde gizli bir illet; aşk, gönlü deryalara garkeden bir halet; aşk, tozlu ufuklarda kopan kıyamet...


Aşk, devası derdinde gizli bir illet; aşk, gönlü deryalara garkeden bir halet; aşk, tozlu ufuklarda kopan kıyamet... Esrâr Dede bu kıyametin kalbinde atan sırra meftûn olmuş -fakat ne yazık şimdilerde kimselerin yâd etmediği- bir derviştir. Asıl adı Mehmed olan şâir 1749’da İstanbul-Sütlüce’de doğmuş, Arapça ve Farsça’nın yanında birkaç Batı diline de vâkıf olacak derecede iyi bir eğitim görmüştür. 40’lı yaşlarda bir merakın neticesinde Galata Mevlevihanesi’ne uğramış, o sıralar dergâhın şeyhi olan Gâlib Dede’nin sohbetinden fevkalâde etkilenerek ertesi gün Mevlevîliğe intisâb etmiştir. Gerçek mürşidini bulan Esrâr’ın şairliği de bundan sonra başlar. O, geçip giden kırk yılını
Sevdâ-yı mahabbetle gezip hayli zamanlar

Esrâr-ı belâ-keş nice yıl derbeder oldı

beytiyle özetler. Mevlevîlik onun “hüzünler kulübesi”ne dönen gönlünü “safâ bahçesi”ne çevirmiştir. Osmanlı döneminde başlı başına bir “mekteb-i edeb” vazifesi gören Galata Mevlevîhânesi’nde 1001 günlük çilesini tamamlayan Esrâr, “dede” ünvanını alarak hücrede oturma hakkı kazanır, ancak o gece (aynı zamanda mi’râc gecesidir) vefât eder... Vefâtı başta Gâlib Dede olmak üzere onu tanıyan herkesi derinden etkiler. Şeyh Gâlib’e “Kan ağlasın bu dîde-i dür-bârım ağlasın / Ansın benim o yâr-ı vefâdârım ağlasın / Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın / Başdan başa bu cism-i siyehkârım ağlasın / Ağyârım ağlasın bana hem yârım ağlasın / Gûş eyleyen hikâyet-i Esrâr’ım ağlasın...” şeklinde başlayan Türk edebiyatının o şaheser mersiyesini yazdıran da bu etkidir. Gâlib Dede bu sâdık dervişinin vefatına “esrâr” ve “hayrân” terimlerini tevriyeli kullanarak şu tarihi düşmüştür: “Hemdemleri hayrân kodu gitti Esrâr göçüb” (1211-1797).
Esrâr Dede aşkı acı, dert, yalnızlık, hasret, ızdırap temaları etrafında işlemektedir. O, şiirlerindeki üstadı Fuzuli’den farklı olarak daima vuslatı arzu eder. Fakat dertten o derece bîtâb düşer ki vuslata dermanı kalmaz. Bu ümitsizlik, yazımızın konusu olan âşıkâne şiirlerinin temel unsurunu oluşturur.
O, halden anlamaz sevgiliye duygularını döker, ondan medet ister. Sevgilinin “ne var bende ki bana hayrân olursun” itirazına,
Nasıl hayrânın olmayam efendim



Ele âyine al hüsnün hayâl et

diye cevap verir.
Esrâr Dede’nin sevgiliye hitaben yazdığı gazelleri “mecmua-ı nâçâr”ı olan divanında büyük bir yekûn tutar. O her dem âh u zâr içindedir. Bu, âşık sayılmanın vazgeçilmez kuralıdır. İstiğnâ semâlarında kanat çırpan sevgili kimi zaman, bilmezmiş gibi âşığın âhının sebebini sorar. Buna Esrâr da şaşırmıştır:

Gelmiş o bî- vefâ sebeb-i hayretim sorar
Bilmezlenir de nâle-i pür hasretim sorar


Zâlim harâb eder dil-i Esrâr’ı cevr ile
Sonra gelir de hâtır-ı bî-minnetim sorar.
Bu suâl onu ney gibi inletmeye yeter. Âh, der sevgiliye... Gözyaşı damla damla sebeb-i cânım oldu; keder yüzümde çizgi, gönülde kanım oldu; evi barkı unuttum sahrâlar hânım oldu; derinden geldi hüzün azîz mihmânım oldu:

Derûnum beyt-i ma’mûr idi hep zîr u zeber etdin
Beni ağlatdın ağyâr ile vardın handeler etdin...
Aşkın tarihi hep bu sahnelerle dolu değil midir zaten?.. Bir ev yapmak için âlem yıkılmamış mıdır? Her kahrı zemzem misali içen âşığa iki damla gözyaşından başka ne kalmıştır ki? Esrâr Dede âşık olduğuna değil, bahtsızlığına üzülmektedir. Feleğin âşıklarla ne alıp veremediği vardır ki onlara ezelden beri cevr u cefâ etmeyi âdet haline getirmiştir?

Esrâr ile tükenmedi gitti husûmetin
Ey çerh bu azâb nedendir neden neden
Yıllar sonra Gâlib Dede onun ardından yazdığı mersiyede “Dehrin budur hemîşe muhibbâna âdeti” diyerek buna işâret edecektir. Görülmemiş şeydir ama olur ya birgün felek âşığa yâri görmesi için müsaade etse bu sefer talihi onu yarı yoldan döndürür, visâle izin vermez...
Âşık, sevgiyi, vefâyı hak ettiğine inanır. Ama aşkın hak edene değil, nasip edilene verildiğini çok geç anlar. Onu bu yolda böyle sermest eden işte bu nasipsizliktir. Böylece o herkesle irtibatını kesmiş, kendi iç âlemine gömülüp gitmiştir:

Felekden nefret ettim âşık-ı vahşet-güzînim ben


Dehrde kimse ile kalmadı ünsiyyetim gitti
Aslında o, kadere pençe gösterecek kudrette değildir. Aşka en baştan mağlup olduğunu bilir. Aşkın yolu kahır taşlarıyla döşenmiştir. Ve aşk ki başlıbaşına noktalı rahmettir… Onu gizlemek ne mümkün!
Âşık, aşka giriftâr olurken önce neye uğradığını bilmez. Sorular karınca ordusu gibi kemirir beynini:

Bilmem bu ızdırâb nedendir neden neden
Gönlüm neden harâb nedendir neden neden
Sonra bu sahraya düşenin derd ile ülfet peyda etmesi gerektiğini anlar. Aşk ile inlemeyen, sevgilinin ismi her anıldığında yüreği kanamayan âşık, iddiasında samimi değildir zaten:

Ehl-i zühdün salât u savmı gibi
Âşıka âh âh vâcibdir
Âşık varlığını sevgilide fenâ kılar. Yârin ayağına batan dikenin âşığın kalbine saplanması bu yüzdendir… O kâh yârin ayağında toz, kâh saçında esir, kâh gönlünde sürgündür… Öyle ki yâr birgün kendisini azâd etse aşk onu azâd etmez artık.
Aşk diyarında Yûsuf’un diğer adıdır ümit… Âşık kâh Züleyha, kâh Yakûb. Ve Yûsuf–ı aşk hep yüz çevirendir. Âşıkların elinde kalan ise Yûsuf’un parçalanmış gömleğidir sadece. Züleyha olmak ne zor... Bundan sonra aşk çiçeği gözyaşlarıyla sulanacak, sabır güneşiyle büyüyecektir. Gözler görmeyecek, yüzler gülmeyecektir yıllarca… Gönül sarayı hüzünler kulübesine dönecek, Yûsuf hep beklenecek, beklenen hep Yûsuf olacaktır. Ne var ki Esrâr’ın Yûsuf’u hiç dönmeyecektir…
Aşk Esrâr’ın gönlünü hayrân, aklını noksan, gözünü giryân, mülkünü talân, ömrünü zindân etmiştir. Öyle bir hâl ki ne zaman derdini söylemeye kalksa ağzından söz yerine kan gelir. Ecel oku iştiyakla beklediği bir rahmettir onun için: “Ya Rab o gün olur mu ki peyk-i ecel gelir?”
O, aşk çeşmesinden abdest almış, aşkın zemzeminden içmiştir. Dolayısıyla amel ve mezhep kaygısından âzâdedir:

Zâhid! Esrâr perîşân-ı mahabbettir
Aşkdan gayrı ne a’mâl u ne mezhebden sor!
Ölümden gayrı her derdin dermanı var derler. Karşılık bulmayan aşkın da dermanı yoktur oysa. Ölüm âşığın yüreğinde “aşk” adını almış olmalı ki âşığa “başka dünyalara doğmak için ölen kişi” demişlerdir. Onu eski hâline döndürmek ölüyü diriltmek gibi muhaldir. Bu derdin ne tamiri var, ne tabiri. Ne takriri var, ne tabibi: “Bu bir illettir ey dil yâresi tamir kabul etmez.” Bu yüzden olur olmaz yerde haykırmak, derd-i derûnunu nâdâna açmak yerine gönül tezgâhında sabır ipliğiyle dokumak gerek aşkı. Anlayana arz-ı hâl etmek gerek:

Derd-i aşkı kime tabir edeyim
Aşk varken bana hem-dem yokdur.
Önce boğuk boğuk sonra alev alev yanan ateşin közde karar kılması gibi âh u zâr ile nâlân olan âşık da gitgide derdini sükût libâsına sarar. Bazan mahallenin çocuklarının oyuncağı olur, bazan dostlarının maskarası… Alaycı bakışlar altında ezilir, selâmı askıda kalır, yalnızlığına sığınır ama “takdîr-i Hudâ”ya karşı gelmez:

Ol şuh cefâ eylesin ancak bana dâim
Bu düşdü benim hisseme takdîr-i Hudâ’dır.
Kendisini ayıplayanlara da cevâbı aynıdır: “Ta’n eyleme uşşâk-ı perîşâna azîzim / Geldi mi senin başına hiç, hükm-i kazâdır.”
Akıl sermâyesini vuslat yolunda tüketmekten çekinmez âşık. Kendisiyle “lutf-ı tekellüm”de dahi bulunmayan yâri vasfetmeye kalktığında dili tutulur, kelime hazinesinin boşaldığını farkeder. Neylesin, “bir derd ki bu, çâresi her lahzâ rızâdır.”
Niçin ağlar her gece, neden inler dâim, kendisi de bilmez. Elinden başka da bir şey gelmez zaten: “Ağla ey dîde hemân ne kârın vardır / Giryeden gayrı bu âlemde ne varın vardır?”
Düştüğü belâ sahrasında, muhabbet vadilerinde susuz, nişansız, darmadağınık dolaşır durur. Sevgiliye yakarmak için tenha vakitleri gözler. Sesi ulaşsın ulaşmasın yalvarır: “Cânım!” der:
Yetmez mi bunca hicrân, bitmez mi bu hasret, gitmez mi bu gam? Batmaz mı bu ıstırab güneşi, olmaz mı akşam? Doğmaz mısın semtime bedir yüzlü? Uğramaz mısın iklimime? Söz vermiştin ya hani bir zamanlar, yalnız bırakmayacaktın? Ağlatmayacaktın, yola baktırmayacaktın? Nerelerdesin, mürüvvet zamanıdır teşrif etmez misin?

Dahi hicrân u gam yetmez mi ya, ey nâzeninim gel
Felekler oldılar bîzâr-ı feryâd u enînim gel!
Sesine ses gelmez yine. “… ne çâre demez imiş o cefâkâr / Esrâr benim âşıkım olmaya sezâdır.” Seher yeline sorar “şîvekâr”ını: “Peyk-i sabâ ne haldedir nâzeninimiz / Ol bî-vefâ güzel bizi de yâd eder mi hiç?” Bâd-ı sabâ da cevap vermez: “Haber-i yâr değil, bûy bile gelmedi hayf / Yoksa bu semte bâd-ı sabâ gelmez mi?”
Sevgilinin kara yüzlü rakibe iltifatı Esrâr’ın “cünûn”unu ziyâdeleştirir, bir kıvılcımla bütün “külbe-i ahzân”ı ateşe verir.
Bir akşam aşkın iksiriyle ser-mest olmuşken kendisi gibi bir bağrıyanığın âhıyla irkilir, çektiği bütün dertler aklına düşer: “Bir âh-ı hazîn etdi bugün bezmde bir mest / Hep çekdiceğim derd u belâ yâdıma geldi.” Terk’i tercih eden “gül-i handân”ına seslenir son kez:
Ey rûh-ı revân-bahş-ı dil-i nâçârım!
Ne zamana dek bu köhne bağ bir bülbülün feryâdıyla yankılanacak?
Ne güne kadar bu hasta gönül senin şifâ dolu bakışlarından istimdâd dileyecek?
Divânece dolaştığımı görenler sanırlar ki sevincimden sema ederim.
Bilmezler ki döner döner bakarım senden yana, âh ederim...
Ayağının altını öpmüş olmasaydı bu topraklar,
Nefesin karışmış olmasaydı bu şehrin havasına,
Düşmeseydi hayalin Boğaz’ın sularına,
Hâtıran köşe bucak çıkmasaydı karşıma,
Zannetme ki yaşardım yüreğinde bu şehrin...
Gelmez misin artık,
Firkatine ağlayan Istanbul’un yüzünü güldürmez misin?
“Yakmadan bahr u berri âteş-i âh-ı Esrâr / Keşti-i nâza süvâr ol da efendim tiz gel!” Gelmez...
Esrâr’ın aşkı aşkın esrârında sırlanır gider onunla beraber... Sevdiklerine vefât yıldönümünde (27 Receb 1211) onun hikâyesini dinleyip bir Fâtiha okumak kalır.


Arş. Gör. Ahmet KARATAŞ
Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi

0 yorum: