10 Ağustos 2010 Salı

İrfan Sofrası


Aziz Mahmud Hüdayi’nin şeyhi Üftade Hazretleri, bir ilahisinde kutlu Ramazan ayını şöyle niteliyor: “Canlarda irfan bitiren.”

Bitirmek, yetiştirmek anlamında. Ramazan bir irfan sofrası, bir hikmet şölenidir. Ruhlara hikmet rüzgârından, irfan çiçeklerinden türlü kokular estirir, bir can şenliği başlatır. İnsan yiyip içmekten, nefsin tutku ve arzularından soyunarak ruhun kanatlarını açar, canı besleyen irfana, İlâhî Hakikat’in sırlarına açık ve hazır hale gelir.

Dörtlük şöyle: “Dosttan atasın getiren/ Zulmetleri hep götüren/ Canlarda irfan bitiren/ Oruç ayı geldi yine.”

Bu yalın ve samimi ilahide olduğu gibi, bütün bir geleneksel edebiyatımız (ki Divan, halk, tekke ve tasavvuf edebiyatımız buna dahildir) dinî-tasavvufî neşveyle yazılmış gazel, kaside, ilahi ve nefeslerle doludur.

‘Ramazanname’lere ilişkin çeşitli inceleme ve yayınları olan merhum Prof. Dr. Amil Çelebioğlu hocadan öğreniyoruz ki, Ramazan ve oruca ilişkin zengin bir edebiyat oluşmuştur. Hoca şöyle der: “Tasavvufî mahiyette şeklî (sûrî) ve manevî olmak üzere iki çeşit veya avâmın, havassın, ehassın olmak üzere üç türlü oruç vardır ki, avâmın orucu sadece maddî manada yiyip içmekten kesilmek; havassın orucu el, ayak, göz ve kulak ile de perhiz kılmak; ehassın orucu ise her türlü heva ve hevesten geçip Hakk ile olmak, muhabbetullahı, yani ALLAH sevgisini bulmaktır. Başka bir ifadeyle şeriat, tarikat ve hakikat oruçları olmak üzere üç türlü oruç vardır. Birincisi Ramazan orucudur. İkincisi ömür boyu kötü hal ve ahlâktan perhiz etmektir. Hakikat orucu ise muhabbetullahı korumaktır.”

Geleneksel edebiyatımızda, orucun bu çok-katlı anlam dünyasının sırlarını yansıtan çok sayıda örneğe rastlarız. Hece ya da aruzla yazılmış, kaside, koşma, gazel, ilahi ve benzeri türlerdeki bu eserlerde kutlu Ramazan ayı yüceltilir, övülür, gelişiyle yaşanan coşku dillendirilir, Ramazan’ın insanın ruhuna ve topluma estirdiği manevî rüzgâr çeşitli yönleri ve nitelikleriyle yansıtılır. Hemen her Divan’da mutlaka Ramazan’la ilgili bir manzume bulmak mümkündür.

Halkın kimi zaman, “Benim bir bağım var/ Yılda gelir otuz okka üzümü/ Akını yersen haramdır/ Karasını yersen helaldir” biçiminde bilmeceleştirdiği kutlu ayın metafiziksel nitelikleri, Nabi’nin Hayriyye’sinden Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sine, Süleyman Nahifî’nin ikiyüz elli beyitten oluşan Faziletü’s-Sıyam’ından Nedim’in kimi gazellerine, kendisini ifade imkânı bulmuştur. Kaside biçiminde kaleme alınmış olan ‘Ramazanname’ler ise, mübarek Ramazan’ı özellikle konu alan özgün eserlerdir.

Çelebioğlu hocanın neşri olan Ramazanname, Emir Mustafa’ya atfedilen böylesi teliflerdendir. Bölüm bölüm farklı zaman ve zeminlerde oluşmuş olan manilerin tedvini sayılabilecek olan eserde, bu manilerin söylendiği dönem ve mekânın özelliklerini görmek mümkündür. Hilalin görünmesiyle ilgili olarak halk “Guş et sedayı bu gece/ Et merhabayı bu gece/ Benim devletlü efendim/ Gördüler ayı bu gece” derken, sahurun coşkusu “Dualar okur dilleri/ Vakt-i sahur bülbülleri/ Hak-i pâye yüzler sürüp/ Geldi davulcu kulları” dizeleriyle dile gelir. Bu pitoresk mısraların yanısıra, “Akşam ezanı dinlemek/ Sahur vakti yemek yemek/ Ramazan’a mahsus şeydir/ Gece davulcu söylemek” biçiminde belgelik dörtlükler de çıkar karşımıza. Onbeşinde askere baklava çıkarıldığını yine bu manilerden öğreniriz: “Bu gece onaltı sayı/ Gidiyor Ramazan ayı/ Yeniçeri padişahtan/ Aldı bugün baklavayı.” Bin aydan hayırlı olarak nitelenen kutlu Kadir gecesini yine onlar bize bildirir: “Afv olur cürm ü hatalar/ Hakk’ın emrini tutalar/ Bekçiye olsun atâlar/ Mübarek Kadir gecesi.”

Çelebioğlu’nun manilerin tematik tasnifini yaparken bize aktardıkları arasında Ramazan’a özgü hemen tüm âdetler bulunmaktadır:

“Minarelerde kandiller yakılması, camilerde mahya kurulması, güllaç baklavasının yenilmesi, şekerden ağaçların yapılması, bilhassa Ramazan’da fakir fukaraya yardım ve alâkaların artması, dargınların barışması gibi beşerî ve dinî hususiyetlerin kendini daha çok hissettirmesi hep bu ayların sultanı Ramazan’da olur. İftar ve sahur vakitlerini bildirmek için top atılması, Ramazan sıcak aylara rast geldiği zaman Kızkulesine iftara gidilmesi, mahalle çocuklarının Ramazan’da fener taşlaması, feneri kırmaları, bekçiyi söyletmeleri, külahını kapmaya, alay etmeye kalkışmaları vs. gibi hususiyetler artık bugün için—birkaç istisnasıyla—tarih olmuş, hatıraları bile unutulmuştur. Ramazanname’deki manilerde ayrıca, ‘Eyüb’e adak için gidilişini, yine burada kurban kesildiğini, mesire olduğunu, kebabı ve oyuncaklarıyla istiharını, muhtemelen bugün stad olan yerin bir cirit meydanı ve gezi yeri olabileceğini, halen gezi yeri oluşuna ilişkin hiçbir iz kalmayan Ayazma mesiresinin varlığını, kalyonların sefere Beşiktaş’tan çıkışlarını, kürek kırılınca kürekçilere ihsanda bulunmasını, ocakla ilgili bazı bilgileri, ulufe alayını, İstanbul kapılarını, Yenikapı’daki mevlevihaneyi ve ibadet günlerini bize bu metinler haber vermektedir: ‘Yenikapı mevlevihane/ Dedeler başlar devrana/ Pazartesi Perşembe/ Cem olur yaran seyrana.’”

Ramazaniyelerin dışında, özellikle Divan şiirinde kutlu Ramazan ayı farklı veçheleriyle dile gelir. Nabi’nin oğluna yazdığı Hayriyye’sinde, ‘orucun Cenab-ı Hakkın kullarına lütfu’ olduğu belirtilir: “Ey bihin meyve-i bağ-ı perveri/ Sadef-i bahr-i hayatın güheri/ Bimaraz ta ola cisminde tüvan/ Eyleme fevt-i siyam-ı Ramazan/ Savmdır kullarına lütf-ı Hüda/ Savma bizzat eder ALLAH ceza/ Savm bir maide-i Rahmettir/ Nurdan saime bir hilattır/ Nefes-i Saim için dedi Resul/ Miskten piş-i Hüda’dan makbul/ Ne saadet olasın leb-beste/ Olasın dağdağadan vareste/ Bend olup rah-ı güzar-ı dehenin/ Ola asude diyar-ı bedenin.”

Son dizede, beden bir diyar (iklim, ülke, yurt) olarak niteleniyor ki, beden ülkesinin asude kılınmasının kutlu Ramazan’la gerçekleşeceği bildiriliyor. Hayriyye’den alınan bu parçada Nabi günümüzün diliyle şöyle diyor: “Ey baba bağının meyvesi. (Nabi, bu eserini oğlu Ebu’l-Hayr Mehmed’e bir öğüt biçiminde kaleme almıştır) ey hayat denizi sedefinin incisi oğul! Hasta olmayıp sağlıklı kaldıkça Ramazan orucunu sakın kaçırma. Oruç, ALLAH’ın kullarına bir bağışı, bir lütfudur. Orucun ödülünü, manevî bedelini bizzat ALLAH verir. (Bunlar ya âyet veya hadis kaynaklı haberlerdir.) Oruç bir rahmet sofrasıdır. Oruçluya, o, nurdan bir giysidir. Hz. Peygamber, ‘Hak katında oruçlunun soluğu, miskten daha güzeldir’ buyurmuştur. Ağzının kapalı olması ne saadettir. Böylece her türlü dağdağadan kurtulmuş olursun. Ağız geçiti yolun kapanınca beden ülken rahatlığa erişir.”

Tebrikname biçiminde yazdığı bir kasidesinde Divan şiirinin son dönem adlarından Enderunlu Fazıl şöyle der: “Hayr makdem ile geldi yine şehr-i gufran/ Ola sultan-ı kerem-kare mübarek Ramazan/ Öyle bir mah-ı mübarek ki melekler saf saf/ İyde dek aşk ile camileri eyler devran/ El ele verdi meleklerle gelip mahfice/ Camiin seyrine tebdil olarak hur-ı cihan/ Mümin-i sami tek eylemesinler iğva/ Cümle pa-beste-i kayd oldu güruh-ı şeytan/ Yağdı camilere bir lem’a-yı nur-ı batın/ Şöyle kim garka-yı nur oldu hep ehl-i iman/ Her menar oldu birer şem-i hidayet güya/ Her biri meş’ale-yi rah-ı cinan-ı rıdvan.”

Bu parçada da Nabi’nin dizelerinde olduğu gibi, kutlu Ramazan’ın estirdiği manevî rüzgar dile gelmekte ve manevî nitelikleri âyet ve hadislerden süzülen bir duyarlılıkla ifadesini bulmaktadır: “Yine gufran ayı uğurlu ayağıyla geldi. Kerem sahibi sultana Ramazan mübarek olsun. Bu öyle mübarek bir aydır ki, bayrama kadar saf saf melekler camileri gezip dolaşırlar. Cennet hurileri kılık değiştirip meleklerle el ele verip gizlice camileri dolaşmaya gelirler. Tek mü’minleri aldatmasınlar diye şeytanların ayakları bağlandı. Camilere öyle manevî nurlar yağdı ki, bütün mü’minler nura garkoldular. Her bir minare, sanki bir hidayet mumu, rıza cennetlerinin yolunun aydınlatıcısı oldu.”

Bu coşkulu dizelerde dile gelen metafiziksel özellikleriyle Ramazan, en görkemli ifadesine tekke-tasavvuf edebiyatımızda kavuşur.

Nefslerin tezkiyesine ilişkin göz kamaştırıcı eseriyle Eşrefoğlu, Kutlu Ramazan’ın yılda bir kez ‘şehri seyran eylediğinden’ söz eder:

“Yılda bir kez şehri seyran eyledin

Kendözün bu halka mihman eyledin

Sonra tavus gibi cevlan eyledin

Elveda ey mah-ı taban elveda.”

Burada şehirden kasıt, insanın ruhu, bedeni olduğu gibi, yeryüzü, hatta varlık âlemidir. Ramazan özüyle insana konuk olur. Gelir ve nuruyla yıkar, arıtır, aydınlatır, insandaki İlâhî İsimlerin okunur hale gelmesini sağlar. İnsan, oruçla olgunlaşır, kamil insanın nitelikleriyle donanma yönünde ilerler. Ramazan gelir ve tavus gibi cevlan eyler, sonra gider. Mah-ı taban, ışık saçan, aydınlatan, ışıtan ay demektir ki, bu Ramazan’ın nurlandırıcı özelliğini ifade eder.

Eşrefoğlu kutlu Kadir gecesinden söz eder:

“Leyletü’l-Kadr-i Berat idin bize

Hem dahi savm u salât idin bize

Nar-ı duzahtan necat idin bize

Elveda ey mah-ı taban elveda.”

Oruç ateşten korur. Orucun en değerli niteliği, kesinlikle ihlaslı bir eylem olmasındandır. Çünkü oruçta ihlası kıracak en küçük bir açık kapı yoktur. ALLAH için yemeden içmeden, nefsin arzularından ve duyularımızın şerrinden kurtuluruz. Bunun gizli açık ihlas dışı bir boyutu sözkonusu olamaz. Sadece ALLAH buyurduğu için yemeyiz içmeyiz, duyularımızı korur ve dünya ile ilişkilerimizi askıya alırız. Bu sırdandır ki orucun manevî değeri yüksektir ve armağanı bizatihi ALLAH’ça ödenir.

“Hazret’e bizden şikayet eyleme

Ayıbımız çoktur hakaret eyleme

Eşrefoğlu’na melamet eyleme

Elveda ey mah-ı taban elveda.”

‘Melamet’ sözcüğü dikkat çekicidir burada. Eşrefoğlu da diğer arif ve sufiler gibi sırlar kendisini. Kur’ân’da geçen, ‘onlar kınayanın kınamasından korkmazlar’ âyetinin sırrına bürünür. Bu, insanın sadece ve sadece ALLAH’ın hoşnutluğunu gözetmesi, insanların, gayrın, masivanın ilgi ve alâkasını terketmesidir. İnsanlar kınasa da değeri yoktur, yeter ki ALLAH’ın rızası gerçekleşsin. O’nun rızasına uygun zerrece eylem, bütün varlıktan daha değerlidir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarca ihlassız olmayana tercih edilir. Bu melametiyye sırrıdır.

İrfan semasının yıldızları saymakla bitmez. Girişte andığım Şeyh Üftade de bunlardan biridir ve bir ilahisinde kutlu Ramazan’ı ALLAH’ın övdüğü ay olarak niteler:

“Kur’ân’da ALLAH övdüğü

Cümle nebiler sevdiği

Ümmete ALLAH verdiği

Oruç ayı geldi yine.”

Oruç, bütün semavî dinlerde vardır. Namaz gibi oruç da Âdem’den (a.s.) bu yana tüm semavî öğretilerde yapılagelmiştir. Bazı formları farklı da olsa ya da bugün bozulmuş biçimde sürüyor da olsa, orucun bütün din müntesiplerince ifa edildiğini biliyoruz.

“Cümle aya sultan olan

Dertlilere derman olan

Hakk’tan bize ihsan olan

Oruç ayı geldi yine.”

Dert’ten kasıt, manevî beladır. Günahtır, kirdir, Hakk’tan savrulmadır, İlâhî Hakikat’in kıyılarına vurmaktır. Oruç gelir ve derler toparlar bizi, ayağa kaldırır, kalbimizi temizler, ‘yere göğe sığmayan kalbimize sığan’ Cenab-ı Hakkın konukluğuna hazır hale getirir. Bu kalkış ve derlenme oruçla gerçekleşir ki, o da derdimizin dermanı ve Hakkın ihsanı, bağışıdır.

“Sâliklere kuvvet olan

Âriflere izzet olan

Mü’minlere cennet olan

Oruç ayı geldi yine.”

Oruç, manevî yolculukta güçtür, izzettir ve inanmış kullar için cennettir. Cennetten kasıt, günahtan ve dünyadan arınmış olmaktır. Orada hikmet ve kudret nitelikleriyle tecelli etmektedir Yaratıcı. Kudret mahallidir oruç. Oruç bir tür manevî ölüm halidir ki, insanın bu hali, günah işlemeye kabiliyetsiz, sakin ve kendisini tümüyle ALLAH’ın kudret eline teslim etmiş meyyite benzer. Bu manevî bir cennette bulunmaktır. İnsan, Şeyh Galib’in buyurduğu gibi, ‘takdirini terkedip, ALLAH’ın takdirine’ kendisini bırakınca cennete ehil bir hal kazanır. Bu giydiği yeni göynek, insanın tam teslimiyet halidir. İslâm teslim olmaktır. Nefsini teslim etmeyen ödülü teslim alamaz.

“Aydın eden gönülleri

Mesrur eden mü’minleri

Mamur eden mescitleri

Oruç ayı geldi yine.”

Oruçla gönüller ışır, mü’minler sevinir, mescitler dirilir.

Üftade Hazretleri gibi, Erzurumlu İbrahim Hakkı da, kutlu Ramazan’ın gönül gözünü açtığından söz eder:

“Savm ile ten ü canı pak eyle yeme nanı

Dolsun mey-i ruhani ta mest ola hep ecza.”

(Oruçla bedenini ve ruhunu arıt. Fazla yeme. Böylece varlığının zerreleri manevî bir şarapla sarhoş olsun, gönül gözün açılsın.)

Son olarak modern edebiyatımızın yıldızı Sezai Karakoç’un gönlümüze bir yıldırım gibi çarpan ifadelerini hatırlayalım:

“Kur’ân, namaz ve oruçta dirilen bir İslâm insanı olmak: İşte çağımız müslümanının tek varoluş şartı. Orucun getirdiği yorumla dünyayı ve tarihi yeniden yorumlamak, zaptetmek, fethetmek, kurmak ve inşa etmek zorundadır çağımızın müslümanı. Oruç bize bu misyonu yüklüyor. Oruç bize bu mesajla geliyor. Orucun ışığı, suyu, bereketi ve mantığıyla kurulmayacak bir dünya yıkılacak, taş taş üstüne kalmamacasına çökecek demektir. Oruçta dirilmeyen insan, kör ve zalim bir madde akıntısında can verecek, hem de bildiğimiz ölüme bile hasret çeke çeke ölecek demektir. Güçlenmek ve yıkıcı kuvvetler karşısında yiğitçe direnmek için, orucun gözüyle gören, orucun kulağıyla işiten, orucun eliyle iten, orucu yaşayarak ölümü yenen bir gövdeyle gövdelenen bir oruç insanı, orucun insanı olmak gerekmez mi?”


Sadık Yalsızuçanlar

0 yorum: