10 Ağustos 2010 Salı

Ramazanın Halet-i Ruhiyemize Etkileri


Hayatın kendisinde yorulmak vardır. Hayatın kendisinde bozulmak vardır ve yine hayatın kendisinde kirlenmek vardır. İşte Ramazan bunu gidermek için vardır. Ramazanın varolma hikmetlerinin üst sıralarında bu sıraladığımız etkenler vardır. Ramazanı içinde bulunduğumuz ayla birlikte zahiren başladığını düşünürsek biraz eksik algılamış oluruz. Ramazanın rüzgarı ve etkisi aslında tam iki ay önce, yani üç ayların başlangıcı ile başlar. Gönüller Recep ayının başlangıcı ile birlikte ramazanın geldiğini gördüler. Ramazanın o güzel kokusunu ta o zaman aldılar. Büyük bir bereket ve kişiyi kendisine getirme ayları olan üç ayların başlaması ile birlikte bir yerde ramazanda onlar için başlamış oldu.

Kalbi yumuşatan, nefsi kıran infaklarını o gönüller bu ayda artırdılar. Hep ihmal ettikleri Pazartesi ve Perşembe oruçlarına başladılar. Kitap okumalarını ve en güzel söz olan Allah kelamını düşünmeyi bu ayda arttırdılar. Hayırda yarışmak ahlaklarına da bu ayda hız verdiler. Çünkü Ramazan geliyordu. O gönüller için ramazan gerçekten onbir ayın sultanı idi. Sultanın ön hazırlıkları sultana yakışır olmalıydı.

Ve Şabanın onbeşine gelindiğinde artık Ramazan kendisini iyice göstermiş oldu. Çünkü iki hafta sonra en kıymetli, en bereketli ve en etkili ay başlamış olacaktı. Ancak Şaba’nın on beşindeki berat gecesi ki o gece kadir gecesinden sonraki en kıymetli gecedir. Onlar için kurtulma, arınma ve Rahman olandan beratını alma gecesidir. Eğer Rahman onlara o gece beratlarını vermez ise; gelen Ramazan o gönüller için çok soğuk, ve buruk geçecekti. O yüzden çok tövbe ettiler, çok gözyaşı döktüler. O gece şafak vaktine kadar kendisini kınayıp hesaba çektiler. Bir yılını ve ömrünü düşündüler. Kendisine, yaptıklarına ve yapmadıklarına farklı açılardan baktılar. Eğer o berat gecesi beratlarını alabilirlerse yüzleri ve gönülleri gülecek, Ramazan onlar için bambaşka olacaktı.

Artık ramazan iyice yaklaşmıştı. Karşıdan elleri dolu bir şekilde bize tebessüm ederek geliyordu. Ancak bazı gönüller ise Ramazandan pekte hoşlanmayacaktı. Çünkü o ayda uzun oruçlar ve uzun teravihler vardı. Ve bize ahireti fazlaca hatırlatıyordu. Hayattan ve nefsimizden bizi soğutuyor diye düşünüyorlardı. Onlar Ramazanı biraz isteksiz ve birazda keyifsiz karşılayacaktı. Ramazan ayı boyunca orucun bitmesine kaç gün kaldığını ve bayramda ne yapacağını düşünüyorlardı. Ayrıca bayram gelmeden önce yeni elbiselerini nereden alacaklarını düşünmeyi ihmal etmiyorlardı. Onlar için ramazan zor ve yorucu geçiyordu.

O diğer gönüllerde ise; hayatın aslında kendisininde bir oruç tutmak olduğunu, Ramazanda yaptığımız gibi bütün hayatımızı kendimizi tutarak ve kontrol ederek, terbiye edip yetiştirerek geçirirsek hayatımızın sonunda yani ahirette amel defterlerinin sağ taraftan verilerek, gerçek bayramın o zaman olduğunu düşünüyorlardı. Onlar için ramazanın bitmesi diye bir şey yoktu. Bayram ise adeta bir teneffüs bir soluklanma idi. Hayat devam ediyordu ve Allah indinde iki dini hayat standardı yoktu. Yani ramazan dindarlığı ve ramazan sonrası dindarlığı diye bu laik ayrımı bizim kendi kafamızda ürettiğimizi onlar çok iyi biliyorlardı.

Onlar, Ramazanı “iki günü birbirine eşit olan ziyandadır” hadisindeki gibi algılayıp “iki ramazanıda birbirine eşit olan ziyandadır” şeklinde algılıyorlardı. İyilik yapmak için, hayır işlemek için, kuluğunun kıvamını arttırmak için fırsat kolluyorlardı. Onlar Ramazanın kendilerini Allah’a yaklaştırmak ve Allah indinde derece alacakları bir fırsat ayı olarak görüyorlardı.

Gündüzleri oruç tutarken, aklına da, eline de, diline de, kalbine de oruç tutturuyorlardı. Hz. Peygamberin “Nice oruç tutanlar vardır ki onlara sadece açlıkları ve susuzlukları kalmıştır.” hadisini hiç akıllarından çıkartmıyorlardı. Gece ise teravihler onlar için Allah’ a şükretmenin iyi birer fırsatı idi. Namazlarını ağır ağır kılıyor ve her okuduğuna dikkat ediyorlardı. Bu ayda sadece teravihle yetinmeyip nafileleri daha da arttırıyorlardı. Gece sahur için kalktıklarında, kalkışları ertesi gün bedenin ihtiyacı olan gıdaları almak için değildi sadece, onlar sofraya oturmadan önce, yıl içinde çoğu kez ihmal ettikleri teheccüt namazlarını artık hiç ihmal etmiyorlardı. Ağır ağır namazların kılıp sofraya öyle oturuyorlardı. Böylece ruhi yönlerinide aç bırakmamış olacaklardı.

O gönüller için ramazan bambaşka geçiyordu. Günler ilerledikçe ruhları da ilerliyordu. Her gün bir önceki günden daha iyi geçiyordu. Artık Ramazanın son on gününe yaklaşılmıştı. Onlar son on günü daha bir yıl öncesinden özlemişlerdi. Evvelki sene tadı hala damaklarında olan, çok kuvvetli bir sünnet onları bekliyordu. Bu, yurdumuzda son yıllara kadar epeyce unutulmuş, ancak yeni yeni hatırlanan itikaf ibadeti idi. O gönüller için ramazan demek bir yerde “itikaf ayı” demektirde.

Çünkü Hz. Peygamberin hiç ihmal etmediği çok güçlü bir sünnetti bu! İtikafın kıymetini farketmemiş yürekler için itikaf, sadece dünyadan el etek çekip, bir camiye kapanmaktı. Ve bunu işi gücü olmayan fakirler ya da dervişler yapmalıydı…

Ama o gönüller için ise itikaf; dengi olmayan bambaşka bir ibadetti. Onlar Ramazan ayının son on gününü adeta iple çekerlerdi. Gelse de itikaf, girsek Rahman’ın bahçesine, gelsede itikaf, çıksak bu dünyanın dışına, gelsede itikaf içimiz gülse, gelsede itikaf aksak sidretül müntehaya… İşte onlar itikaf’a böyle bakar. Onlar itikafa çok kıymet verir, itikafta lüzumsuz konuşmaz, hep okur, hep Allah’ı zikreder ve hep O’na secde ederler.

Sürekli Allah’ a bakarak yaşayan yürekler için Ramazan böyle geçer. Onlar Ramazanı böyle algılar. Hayata eğer dünya tarafından değilde ahiret tarafından bakarsak Ramazan bizim içinde böyle olabilir. Eğer Ramazanın kıymetini bilirsek, onu bayramla birlikte bir köşeye atmazsak, oda bizim kıymetimizi bilir ve bizi bir köşeye atmaz. Hep bizimle birlikte gelir. Bizi hayatın kötülüklerine karşı, günaha ve isyana karşı, adeta bir örtü gibi korur.

Ramazan bizi başkalaştırmak ve düzeltmek için gelmiştir. Ne mutlu Ramazanla mutlu olanlara, ne mutlu Ramazanı kucaklayıp içine koyanlara…

Abdülhamit Kahraman

0 yorum: