5 Aralık 2011 Pazartesi

Derviş

 Derviş


- Derviş, nereye gidersin?- Oraya giderim; bir hizmet var ise görelim diye...- Orası neresi derviş?- Bir hizmetin olduğu yer elbette!- İşin, aşın, eşin yok mudur senin?- Vardır, lakin biraz bekleyebilirler...
*
On üçüncü yüzyılda yaşamıştı o; Yunus dediler adına... Maddeyi ve manayı kavramıştı. On beşinci asırda Seyyid Nesimi suretine büründü, Hacı Bayram hırkasına girdi, öyle göründü... Sırada Kul Himmet ve Yahya Efendi olmak vardı, ardından Sünbül Sinan ile Hüdayi donunda görünmek düştü yazısına... Pek çok surette aynı kimlikle yaşadı. Zaman geldi adı sanı hiç bilinmedi, surete kimliğe hiç bürünmedi. İyiliği elbise diye giyinip, mürüvveti börk diye başında taşıdı. Mesleği vardı, ilgileri vardı, heyecanları vardı ama hepsinden iyisi vicdanı vardı. Benliği yoktu; benlikten çoook zaman önce kurtulmuştu.
Geldiği zamanı ve geldiği yeri ihya eden işler yapardı. Sahipsiz kalan tarlaları sürerek, boşa akan ırmakları mecralarına katarak, nineciğin toplayamadığını toplayarak, bebeciğin erişemediğini eriştirerek... İlla ki irfana muhtaç olanı bilgilendirerek, nesilleri nesillere bağlayacak eğitimi vererek. Sayıları gitgide çoğaldı. Benzer kıyafetler giymeye başladılar ve kişisel dertlerini o kıyafetlerde gizlediler. Benlikten kurtulup halk içine kimliksiz karışmayı öğrendiler sonra. Bir vicdan, bir de iyilik kelimelerini tanımışlar, lugatlardaki diğer kelimeleri unutmuşlardı artık. Yağmur, kar, çamur demediler; yorgunluk, uykusuzluk, bitkinlik demediler; elleriyle, tırnaklarıyla eşeleyip can buldular, enkazlar altında canlar buldular; maddeye mana kattılar, varlık dengesini sağladılar. Yılmadılar, yılgınlık göstermediler. Azimleri zafer olasıya kadar çırpındılar. Bazen gülümsediler ama çok çok ağladılar... Gerçekten çok ağladılar... Gözyaşları yanaklarını yaktı. Hak için, kurtuluş için sebat ettiler; ısrarla ayak dirediler. En son umudu coğrafyanın en son sınırına bir abide gibi dikebilmek adına en son ana kadar gayret gösterdiler, direndiler... Felaketin yurdundan en son onlar ayrıldılar; herkesi kurtardıktan sonra ancak kendilerini kurtarmanın adını andılar...
Asker oldular, gök göyneklerle doru atlara binip göklerden savaş meydanlarına atıldılar; ırgat oldular çatlayan topraklara damla damla yağmur taşıdılar; hekim oldular, çaresize tablet tablet derman yetiştirdiler, muallim oldular zihinlere ışık ışık bilgi yüklediler... Renk oldular, desen oldular, ses oldular, çizgi çizgi, satır satır, nağme nağme sanat getirdiler... Ama hepsinden iyisi, ilim dediler, mana dediler, can dediler, can verdiler... Her birerinin ellerinde bin marifet var idi. İnsan için çalıştılar, insaniyeti böyle kurtardılar.
Bir karanlık gecede, bir sarsılışla sarsıldığında toprak, koştular katman katman tabakalanan betonlara, yığın yığın biriken ıstırapla yüklü hastanelere ve sıraları kitaplarla dertop olmuş sınıflara. Geçen ay adı yine Yunus idi; bu hafta Hasan, Mert, Tuğçe, Alperen, Ahmet, İlayda, Burak, Cenk, Selim, Ayşe ve Mehmet oluverdiler. Dün yine televizyonda gördüm; bazıları ağırdan ağır enkaz ile cedelleşiyor, bazıları bir serum ile koşuyor, diğerleri masumiyetin sefaletini bir sınıfa toplamış öğretiyorlardı. Bana sırtları dönüktü, enkaz arasındaki ile sıraların arasındakini birbirine çok benzettim nedense. Biri Gül Baba, öbürü Sarı Saltuk, şurdaki Nene Hatun, diğeri Battal Gazi idi sanki. Sanki değil tam da öyleydi işte!...
Çok surette tek beden olarak yardıma koşmuş, bazen azmiyle yeri sarsıyor, bazen özverisiyle zihinlere sarsılmaz bilgiler katıyordu. Sarsıntıya dayanmayan binaların arasında sarsılmayan bir abide idi ve depremin yürekleri sarsamadığını gösteriyordu bize. Ne objektifin, ne kameramanın farkındaydı; ayaz betonları tutuyor, ıslak toprakla konuşuyor, soğuk sıralarda titreyen çocuklara ders anlatıyordu. Belki sarsıntı da, sarsılan toprak da onunla konuşuyordu da objektifler onu görmüyor, kameraman o sesi duymuyordu. Çünkü o bu toprakların has evladı, özge çocuğu idi. Biz onu görmezden geldiğimizde, öldürmeye çalıştığımızda toprak ona ruhundan kimlik biçiyor, nesilden nesile onu tekrar yaşatıyordu. Onu her çağda gördüğümüz şu sebepleydi ki, o bizim ruhumuz idi. Şehirler yıkıldığında onun ayakta kalması; şehirler yapılırken taş ile toprak arasında onun da harca karılmasındandı. İnsanı bedenen ve zihnen kurtardığı içindi ki şehirler yeniden imar edilebiliyordu. İşte ben, bu coğrafyanın bu çocuğunu gördükçe ağlayasım gelir... Sevindiğim içindir bu... Onlar hep var olsun da; gerisi keder değildir...
*
- Derviş, nereye gidersin?
- Oraya giderim; bir hizmet var ise görelim diye...
- Orası neresi derviş?
- Van, yahut ki Erciş!...
- İşin, aşın, eşin yok mudur senin?
- Vardır, lakin biraz bekleyebilirler...
*
- Alnından öpeyim senin derviş!...

İskender PALA

0 yorum: